Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne - Seçme Yazılar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne ve Yaşar Kemal...

“Ben sevgiden, sevinçten söz açmak istemez miyim, delice, çılgınca, içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim? Ben sevinçli adamım. Bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık olmasa, ben sevinçten taşar coşardım. Yaradılışım karanlıktan çok aydınlığa, acıdan çok sevince... Ne çare, ne çare ki sevinmek gelmiyor elimden... Dostluktan söz açmak, ne güzel. Bir dostum var. Sıcacık eli var. Sevgi dolu gözleri var. Ne güzel yalansız, salt sevgi dolu bir insan eli sıkmak. Sıcacık, sıcacık... Ben deli olurum, insanlar karanlık karanlık, kuşkulu baktıkça bana... Bütün insanlar kuşkusuz, korkusuz, çıkar düşünmeden, düşmanlık geçirmeden içlerinden baksalar biribirlerine... İnsan, ne olur biliyor musunuz, sıcacık bir bahar güneşinin bahtiyarlığında duyar kendisini... Bahar güneşinde bir sevinç içinde gerinir. İnsan bir bahar çiçeği temizliğinde olur.”

Böyle söylüyor Yaşar Kemal. Edebiyatını hümanizm üzerine kuran, Türkiye edebiyatının büyük ustası Yaşar Kemal’in edebiyat, kültür ve özgürlük üzerine temel düşüncelerini gençlere tanıtmak için seçilen bu yazılar, yukarıdaki satırların geçtiği yazısının başlığını taşıyor: "Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne..." Bu başlık, henüz Yaşar Kemal edebiyatıyla tanışmayanlar için, onun dünyaya yaklaşımını özetliyor. Bir insan, bir yazar ve bir aydın olarak hayattaki duruşunu olduğu kadar; kökleri asırlar öncesine dayanan olay ve duyguları acı, yoksunluk ve isyanla harmanlayan Anadolu’nun ve Çukurova’nın kültüründen beslenerek yarattığı coşkulu, zengin ve evrensel dilini de ele veriyor.

"Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne", Yaşar Kemal’in daha önce yayımlanan "Baldaki Tuz", "Zulmün Artsın", "Ağacın Çürüğü" ve "Ustadır Arı" kitaplarından seçildi. İlki 1960, sonuncusu 1993 yılına ait, onun düşünce evrenine ayna tutan toplam 18 yazı ve konuşmadaki eleştirel tavır, aynı zamanda Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki egemen politik, düşünsel yapısına da ayna tutuyor.

Her işin başının “düşünce namusu” olduğunu söyler Yaşar Kemal. “Bence, Batı Batı dedikleri, düşünce namusuyla başlar, onunla biter. Düşünce namusunun bitmediği, gelişmediği yerde, hiçbir iyilik bitmez, gelişemez.”

Tembellik, bilim, masallar, korkular, kültür, özgürlük, sinema, Köy Enstitüleri, gericilik, ilericilik, sömürü düzeni, Çukurova, sanat, öfke, folklor, doğa, öğretmenler, İkinci Dünya Savaşı, vicdan, nükleer tehlike, Dostoyevski, Nâzım Hikmet... Ve daha nice kişi, konu ve fikir... Kimi coşkuyla, kimi küskünlükle, kimi başkaldırarak kaleme alınsa da, hepsinin temelinde sevgi var.

Tembellik Üstüne

Hep işe yüzeyinden bakmak, işte bu kötü. Neyi alırsak alalım elimize, derinine gitmiyoruz. Derine gitmek bir çaba işidir. Dışta ne görürsek, ne gözümüze çarparsa, işte bu budur deyip işin içinden sıyrılıveriyoruz. Aydın olarak, okumuş yazmış olarak büyük günahımız bu. Hangi işin derinine gidersen git, iş zorlaşıyor, mesele çatallaşıyor, çözümü zorlaşıyor. Bu da araştırma, didinme istiyor.

Biz hep böyleyiz. Bazı eleştirmeciler, yazarlarımıza, sanatçılarımıza “derinine gitmiyorlar, uğraşıları az” diye çatıyorlar. Hakları yok değil. Gerçekten öyle. Ben kendi işime bakıyorum da, hep yalındayız. İşin aslına varmak için çok az çabamız var. Çabayı çoğaltalım da, varsın gidemeyelim. Ben çabasızlığımdan yakınıyorum. Yazarları, sanatçıları yeren eleştirmen de aslına gitmiyor, hep yüzeyde dolaşıyor. Talkın meselesi. Tencere dibin kara, seninki benden kara. Bunu bir örnek olarak veriyorum.

Birimiz azıcık araştırmayla bir gerçek buluyoruz, ya da gerçek sandığımız bir yön buluyoruz. Sittin yıl orada pinekleyip duruyorsun, denince kıyameti koparıyoruz. Söyleyen haksız söylüyor. Çünkü o da işin derinine varmadan, araştırmadan söylüyor. Onun da iyi, güçlü bir çabası yok da, ona kızıyoruz. Belki akılsızlığımızdan dolayı, hepimiz burnumuzdan kıl aldırmıyoruz.

Ben tembelim, ben durduğum yerde pinekliyorum; ya sen? O da öyle. Biz, toptan biribirimize benziyoruz. Övüngenliğimiz de çabasızlığımızdan, daha doğrusu cahilliğimizden geliyor. Gerçek yeniye ulaşamayışımız da buradan geliyor. Araştırma gücümüz, çabamız olmadığından ona buna öykünüp duruyoruz. Bundan da bir şey çıkmıyor. Öykünmek, yeni sandığın bir şeye öykünmek yenilik değildir. Durmuş oturmuş geriden farkı yoktur. Belki de biraz daha kötüdür.

İnsanoğlu araştıran, her gün yeniyi arayan, kendini aşmaya çalışan bir yaratık.

Biribirimize hep şunu söyleyelim. Durmadan, durmadan söyleyelim. Durmadan araştıralım. Bir şeyin yüzeyiyle yetinmeyelim, ondan başka gerçek olamayacağını sansak da araştıralım. Belki yeni bir yön, daha gerçek bir yön buluruz. İnsan durdu mu, bir yerde karar kıldı mı, öldü demektir, diyelim.

Önümüzde örnekler var. İnsanlar hep böyle ilerlemişler. Böyle ilerliyorlar. Bir gerçekte karar kılsaydık da, bu budur, ötesi yok deseydik, bilmem nerelerde kalırdık. Tekerleği, yelkeni bile daha bulamamış olurduk belki. Binecek at varken. At bir gerçekken. Tekerleğin ne gerekliği var, deseydik. Biz atı bulduk ya, diyoruz. Belki de demiyoruz ya, çabamız yetmiyor. Bakın bu çabamız ne yüzden yetmiyor, diye de araştırmamız gerek.

Bu uzun girişi bir yere varmak için yaptım.

Bizim aydınlarımıza bir şey soralım, bakalım ne diyecekler? Örneğin köylü çalışkan mı, tembel mi, diye soralım.

Hep bir ağızdan: “Tembeeeel!” diye bir çığlık işiteceğiz.

Gerçekten tembel mi? Tembel derken neye dayanıyoruz? Tembelse hangi sosyal, psikolojik durum onu tembel yapmış? Tarihin, coğrafyanın bir ilişkisi yok mu bununla?

Ne bileyim, daha da nelerin ilişkisi var? Tembellik başımıza belaysa, nereden geliyor bu?

Ben şimdiye kadar şu şehirlerde kime sordumsa, kiminle konuştumsa, hep, “Köylü tembeldir. O köylü adam olmaz. Köylüyü tembellikten kurtaramazsın,” sözlerini duydum.

Köyü, köylüyü savunacak değilim. Bizim köyler gibi kırk bin parçaya ayrılmış köyler milletlerin ayaklarına çelmedir. Gidiş, köyü bir gün ortadan kaldıracak. Gidiş böyle gösteriyor. Yirminci yüzyılın bilimi böyle söylüyor. Bu durumdaki köylere, çaban ne kadar büyük olursa olsun, tam uygarlığı götüremezsin. Her neyse, bu başka mesele.

Ne diyoruz, nasıl yüzeyden görüyoruz bu işleri, köylü dokuz ay yatar, üç ay çalışır.

Yeni çıkmaya başlayan “İmece”dergisinde Talip Apaydının yürekler paralayıcı bir yazısı var, yazının adı, “Köylü Tembel mi?”

Köylünün tembel olmadığını söylüyor. Bir lokma ekmeği kazanabilmek için günlerce canını dişine nasıl taktığını söylüyor.

Benim de bildiğim, gördüğüm, köylü çoğunluk çalışmak zorundadır. İşin bir yönü daha var. Köylü geçinecek kadarını kazanırsa, onunla yetiniyor.

Köylünün çalışması verimsiz. Onun için çok çalışmak zorunda kalıyor. Kolay kazananları daha çok çalışmıyor. Çalışmak, daha iyi yaşamak gereğini duymuyor.

Köylü tembel mi, köylü çalışkan mı? Kestirip atamazsın. Bunun nedenleri var: Uzun araştırmalar isteyen bir konu.

Bu araştırmalara girişmeyen, girişmek istemeyen, hep yüzey gerçekleriyle yetinen bizler tembel miyiz, çalışkan mıyız? İyi biliyoruz ki, tembeliz. Tek gerçeğe, yüzey gerçeğe onu da bulmuşsak gitmenin kolaylığındayız.

Niçin tembeliz? Bunun da nedenlerini bulacak çaba gerek. O neden bizde yok?

Hep sorular, sorular, sorular...

12.3.1961

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.