Kuru Otların Kokusu

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Kuru Otların Kokusu”, Giorgio Bassani’nin edebiyatının kökenlerini besleyen şehri Ferrara’yı ve Yahudi cemaatinin varlık koşullarını anlattığı Ferrara kitaplarının sonuncusu.

Giorgio Bassani zamanının diğer yazarlarından farklı olarak Yeni Gerçekçi tavırdan uzak kaldı. Yapıtları faşist diktatörlüğe, savaşa ve Direniş’e, savaş sonrasının yeni bir toplumsal ahlak oluşturma umutlarına ve bu umutların çöküşüne tanık olunan İtalya’sındaki tarihî süreçte ortaya çıktı. Yazdıklarında yalnızlık ve dışlanmışlık duygularını, dahil olduğu burjuva sınıfının politik yetersizliğini, Yahudi ırkından olmanın getirdiği acıları vurguladı.

Bassani’deki boşluk duygusu, geçmişle bağlantı kopukluğundan kaynaklanan bir kimlik eksikliğinin dışavurumudur. Yazar için geçmişe dönüş, hayatını kesintiye uğradığı yerden tekrar başlatıp sürdürme gereksinimidir.

“Geçmiş ölmedi –aynı anlatım örgüsü kendince iddia ediyordu–, asla ölmez. Tam tersine uzaklaşır, anbean. Geçmişi telafi etmek, o halde mümkündür. O halde uzamaya anbean devam eden türde bir koridorda ilerlemek gerekir, tabii gerçekten telafi etmek isteniyorsa. Orada, geçmişin sonunda, koridorun karanlık duvarlarının güneşle buluştuğu noktada, yaşam, bir zamanlar olduğu gibi, canlı, kıpır kıpır, ilk yaratıldığı haliyle durmaktadır. O halde ölümsüz müdür? Ölümsüzdür. Ve bununla beraber hep daha uçarı, hep daha ulaşılmaz, yeniden ele geçirilmeye hep daha gönülsüz.”

Hiçbir zaman çıkamadılar o uçsuz bucaksız dünyanın yollarına. Böylece, 1943-44 kışında Almanya’ya sürgün edilen yüz seksen üç Ferraralı Yahudi’yle birlikte, isimleri bugün Mazzini Sokağı’ndaki Musevi Tapınağı’nın ön cephesine çakılan anıt mezar taşında yer almaktadır.

Neticede, ne olursa olsun, doğudan batıya zorunlu göçleri boşa gitmedi. Egle Levi-Minzi’nin bir oğlu oldu: Bu çocuğun, mayıs ayının sonunda uzak bir cumartesi akşamı, Alman Sinagogu’nun kadınlar bölümündeki parmaklıklarından alt katta erkeklerin hıncahınç doldurduğu geniş salonu seyrederken, mabette, aniden çağrısını duymuştu.

Her şey birkaç dakika içinde olup bitmişti.

Bütün erkekler, nihai ve görkemli o kutsama sözünü, berabà’yı duyma beklentisiyle gözlerini dikmiş, karşılarındaki saygıdeğer hahambaşı Castelfranco’ya bakıyordu. Pek çok kişiden sadece biri, birkaç ay önce Ukrayna’dan göç etmiş olan o delikanlı, başını geriye çevirmiş duruyordu. Gülümseyen, âşıkane bakışlı, yabani, muhteşem mavi gözleriyle yukarı kata, kadınların tarafına bakıyordu. Her şeye rağmen, neden bu genç adamla bir çocuk sahibi olunmasın? –Egle Levi–Minzi, derin bir uykudan uyanmışçasına bir anda bunu içinden geçirmişti.– Besbelli, genç adamın selamladığı kişi kendisi değildi, hemen yanında oturan yaşlı köylü kadına, annesine selam vermişti. Böyle bile olsa, neden yanlış anlamış gibi yapsındı, neden tebessümüne, o kısacık imalı bakışına kendisi de benzer bir şeyle karşılık vermesindi? O zavallıydı, yabancıydı. Gençti, kendisinden yaşça hayli gençti, neredeyse bir delikanlıydı. Ama fakirdi. Kendine ait bir evi bile yoktu. Kabuğundan henüz çıkmış yavru kuş. Annesiyle babası Cemaat’in yerleştirdiği Vittoria Sokağı’ndaki misafirhanede kalmaya devam edebilirlerdi. Oysa, bu delikanlı... denemeye değerdi. Kararını vermişti.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.