Kulenin Anahtarı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Fırtınanın etkisiyle yola devrilen bir ağaç, karşı yönden hareket eden iki araç sürücüsünü inanılmaz bir serüvene sokar. Her iki sürücünün de yollarına devam edebilmeleri için tek çareleri vardır: Otomobilleri değiştirmek. “Kulenin Anahtarı” karşılaşmalarındaki kilit nokta olana kadar, her ikisi de otomobilleriyle birlikte hayatlarını da değiştirdiklerinin farkına varmazlar. Bu tablo, hak ettiğinden çok daha fazla bir değer taşımaktadır, ta ki sırrı çözülene kadar... Daha önce Kapalı Kitap’la Türk okuyucusunun beğenisini kazanan Gilbert Adair; aşk, cinayet ve gerilim üçgenin merkezi Kulenin Anahtarı’yla yine soluk kesiyor.

...
Béa’nın elini tuttum, birlikte yosunlu taşlı, şaşırtıcı ölçüde dik bayıra tırmanmaya başladık, yukarıda sahil yolunun üzerinde yeşillik bir plato bulacağımızı umuyordum. Kazanın sarsıntısını hâlâ tam olarak üzerimizden atamamıştık; ayaklarımızı üzerinde ot bitmiş taşlıklara çarpıyorduk, ıslak ayakkabılarımız kumluk yerlerde kayıyor, tepeden aşağı doğru çakıl taşları yuvarlanıyordu. Yükseldikçe bayır daha da dikleşti, tepecikler birbiri ardına yükselip duruyordu, yoldan bakarak yaptığım yükseklik tahmininin biraz fazla iyimser olduğunu fark ettim. Ne kadar tırmanırsak, ne kadar yol alırsak alalım, önümüzde hâlâ en az arkada bıraktığımız kadar yol var gibi görünüyordu. Tam acaba tepeye ulaşmayı başarabilecek miyiz diye düşünürken bir beç tavuğu, kulakları tırmalayan bir bağırışla çalıların arasından, trap makinesiyle atılmışçasına fırladı, gökyüzü önümüzde açıldı ve geldiğimizi anladım. Gömleğimi sıyırıp saatime baktım. İki buçuğa bir vardı. Aşağıda, tekinsiz bir biçimde çapraz duran Rolls’un yanında Rieti ve Junior duruyorlardı –Junior’un elleri apış arasında hâlâ bir o ayağı, bir bu ayağı üzerinde zıplayıp duruyordu. Önümüzde dar bir ağaç şeridi vardı, topu topu dört beş sıra. Bunun beş on metre ötesinde ise uzayıp giden bir çayırlık görünüyordu, bizi nereye götüreceği belli değildi ama en azından takipçilerimizden uzaklaştıracaktı. Sessizce Béa’ya gösterdim. El ele yarı yürür yarı koşar vaziyette ağaçların arasından geçtik. Gevrek, kuru, kemikleşmiş çırpılar ayaklarımızın altında çıtırdıyordu. Béa’nın düşüncesizce kenara ittiği bir dal benim göğsümde patladı. Başlarımızın üzerindeki ağaçları beneklendiren güneş ve gölge ızgarası, bir ışığa bir gölgeye ağırlık veriyordu, birbirine geçmeli bir mozayiğin “zeminini” hangisinin oluşturduğunu anlamak imkânsızdı. Ağaçların arasından geçtiğimiz bir iki dakika içinde, her yere dağılmış küçük yaratıkların yuvaları içinde temkinle, biz hoyrat insanların bölgelerini terk etmesini beklediğini hissettim. Ağaçlığın öteki tarafında, dikenli bir telle çevrilmiş olan çayırlık hem daha yeşildi, hem de beklentimizin aksine bir İngiliz çayırı kadar gürdü. Yaklaşık elli metre ileride küçük bir göletin kırışmış yüzeyi görünüyordu, onun hemen önünde bir meşe ağacı tavuskuşu gibi kaldırdığı devasa kuyruğunu gökyüzüne sermişti. Béa’nın elini yakalayıp yapraklarının gölgesine doğru koşmaya başladım, yola devam etmeden önce orada biraz soluklanabilirdik.
...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.