Kırk Yedi'liler 40 Yaşında

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

KIRK YEDİ’LİLER 40 YAŞINDA

1970’lerin başında öyküleriyle parlayan Füruzan, Türkiye’de baş döndürücü toplumsal, siyasal, kültürel parçalanmaların yaşandığı, suların en bulanık olduğu bir sırada yazdı Kırk Yedi’liler’i. Dönemin koyu karanlığında yaşanan acıları can alıcı yerlerinden yakalayan dev bir roman koydu ortaya.
68 Kuşağı olarak da tarihe geçen ortalama 1947 doğumlu gençlerin 1960’ların özgürlük ortamında boy veren eşitlikçi bir dünya kurma düşlerinden 12 Mart 1971 darbesiyle uyanmalarının romanı oldu Kırk Yedi’liler: İdamlarla, işkencelerle, sokak cinayetleriyle mahkûm edilen hayallerin, korkunç kâbusların romanı, bir anlamda Türkiye’nin en dramatik kuşağının romanı...
Kırk Yedi’liler, toplumsal acıları kendine özgü duyarlıklarla bir dil ve edebiyat olayına dönüştüren Füruzan’a 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü getirmişti. Biz de, yayımlanışının kırkıncı yılında bu özel romanı, özel bir baskıyla yeniden gündeme getiriyoruz.

1970’lerin başında öyküleriyle parlayan Füruzan, Türkiye’de baş döndürücü toplumsal, siyasal, kültürel parçalanmaların yaşandığı, suların en bulanık olduğu bir sırada yazdı Kırk Yedi’liler’i. Dönemin koyu karanlığında yaşanan acıları can alıcı yerlerinden yakalayan dev bir roman koydu ortaya. 68 Kuşağı olarak da tarihe geçen ortalama 1947 doğumlu gençlerin 1960’ların özgürlük ortamında boy veren eşitlikçi bir dünya kurma düşlerinden 12 Mart 1971 darbesiyle uyanmalarının romanı oldu Kırk Yedi’liler: İdamlarla, işkencelerle, sokak cinayetleriyle mahkûm edilen hayallerin, korkunç kâbusların romanı, bir anlamda Türkiye’nin en dramatik kuşağının romanı... Kırk Yedi’liler, henüz ilk romanı olmasına rağmen, toplumsal acıları kendine özgü duyarlıklarla bir dil ve edebiyat olayına dönüştüren Füruzan’a 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü getirmişti. Biz de, yayımlanışının kırkıncı yılında bu özel romanı, özel bir baskıyla yeniden gündeme getiriyoruz.

Yapı Kredi Yayınları

Gürültü istemiyorum. Düşüncelerim bile süzülür gibi gelişsin. Kulak zarlarımı delen elektriğin arasız akımını anca böyle yenerim. Geçti geçti, aylar oldu geçeli. Gürültüye dayanamıyorum. Duygularım da, kıvanma da, hüzün de aynı renksizlikle gelsinler. Çocukluğumun şen çığlıklarını bile yeniden yankır diye anımsamıyorum. Yine de çıkı çıkıveriyorlar.

Erzurum ’daydık.
Üç kardeş, üçer dörder yıllıktı aramızdaki yaş farkları. Anamız ilkokul öğretmeni, babamız aynı okulda başöğretmen. Hiç yaşlı değiller, hiç yoksul değiliz.
Aileden ölen yok.
Kafkas göçmeni babaanne, annemle babam evlenmeden ölmüş.
Dayılarımız varmış, onlar da ölmüş.
Babaannemin anlatması babama. Gümrü ’den geçip anayurda girdiklerinde babadedem toprağı öpmüş.
“Niye kaçmışlar baba?” dedimdi.
“Dinlerini kurtarmak için,” demişti alaya alan bir sesle.
Dayılar: Ceketleri sıkıca ilikli, tam gövdelerine göre. Sarıkamış ’ta Enver Paşa ’nın ordusunda kırılmışlar.
Babaannem üç tek taş pırlanta yüzüğünü bir tefeciye bozdurmuş. Gündüz saklanıp gece yol alırlarmış. Bazı geceler uzak tepelerden Ruslar ’ın söylediği şarkılar gelirmiş. Balalayka sesi bile. Ağdalı, insanı ağlatan ve birden öfkelendiren şarkılarmış bunlar.
Babaanne genç daha, oğullarsa delikanlı. Halamız, babadedenin ilk karısından. Ve ilk kadının Çerkez oluşu halada alabildiğine belirgin. Dayılarda Enverî bıyıklar, taze yüzlerinde takma gibi duruyor. Fotoğraflardaki ağır kapaklı gözler, sararmış resmin kahverengisini çakıntılarıyla aşıveriyor. Delikanlı boyunları dimdik. Fotoğrafın parlak köşesinde eski Türkçe yazının resimsi uyumu. Biri oturmuş, ötekinin eli kardeşinin omuzunda. İnce uzun, kadınca parmaklar. Sivri uçlu, parlak rugan ayakkabılar. Aile kurulduğunda yakın ölülerimiz bunlarmış.
Erzurum ’da o çocukluk yıllarında her giydikleri soğuktan korunmak içindi. Kat kat yünlere bürünüp, tahta kızaklarda kayarak yokuşlar inildiği, çığlık çığlığa oyun dolu kışlar. Eski kervan yollarının ucu bucağı belirsiz yokoluşları.
Perdeyi araladı, sokak kararmaya başlamıştı.
Bakkalın cıvalı lambalarından çevreye yayılan ışıkların sınırları belirginleşiyordu. Dışarıya bakamamak ürküntüsü belirmeden toparladı sokakta gördüklerini.
Evlerine dönenler, apartmanların girişlerine toplanmış çocukların itişerek aynı yere sığma çabaları. Duran bir taksiden inip kara pantolonunun içinde bile taşan kalça kıvırışlarıyla yürüyen kadın. Yola kaçan topunun ardından hızla fırlayan sarı saçlı bir oğlan. Özel arabasını frenleyip topu ezmeden durduran adamın kapıyı açarak birden inişi. Çocuğun yüzüne hızla inen tokat. Bir kadının sesini duyurma çabası:
— Elinize sağlık beyefendi, vurun vurun, ah bilseniz top uğruna...
Perdeyi kapadı. Odadaki loşluk bütünlendi.
Eşya olarak ilk bakışta iki üç şey öne çıkıyordu. Toplanmamış bir yatak, Kapalıçarşı ’nın Nuruosmaniye girişinde satılan herhangi bir somyanın üstüne kümelenmişti. Yatağın yanıbaşında üstü kâğıtlarla, sayfaları kapakları dönmüş kitaplarla dolu bir tahta masa. Yerde atılmış ters pabuç tekleri, bir çift naylon çorap duruyordu. Uzun süredir biriktirilmiş gazeteler yığını sağa doğru duvarın köşesinden dağılacakmışçasına eğilmiş çarpılmıştı. Tavandan sarkan elektrik kordonunun ucunda asılı rengi yitmiş kâğıt fenerin yanına topluiğne ile iliştirilmiş, sevimliliğini yanaklarının genişliğinden alan kartondan bir ayı resmi duruyordu. İki pencere arasındaki gerili ipte üst üste atılmış giyim eşyaları vardı. Tabandaki marleyler, eprimiş, orta dikişi genişlemiş bir kilimle örtülmüştü.
Omuzlarını kıstı, yirmi dört saatte de üçü gösteren saatin fosforu seçilmeye başlıyordu.
Yukardan radyoyu açtılar.
Yatağa yaklaştı, kâğıt yığınının içinden küçük el radyosunu çıkardı. Pili bitmişti. Sesler pürüzlenip uzuyordu. Yarın sabah kapıcı uğradığında pil aldırmalıydı.
“Şimdi geçeneği çıkıp çağıramam. Öteki dairelerin nasıl dikkatle beni izlediğini bilmez değilim. Sanki kokumu alıyorlar havada. Sabah ilk zil sesiyle hemen fırlarım. Seslere olan duyarlığım işkencelerden sonra en uç noktaya vardı. Oysa yatak odası nedense annemin salon saydığı dörde üç büyüklükteki oda, girişle odayı ayıran kapı, apartman geçeneğine açılan öteki kapı. Onları dış seslere karşı sıkıca örtmem yararsız. Uykularım sınırı belirsiz dalgınlıklar oldu. Bazı geceler koyulaşıyor ya vız geliyor. Yeter ki elektrikle sağlansın sesler. Tam bir çekimin içine giriyorum. Vücudumdaki onca yığılı elektriğin çekimi bu.”
Kapıcı o sabah –pazarı pazartesiye bağlayan 03’te– edindiği araştıran bakışlarını geliştiriyor. O muydu haberi veren? Belki de. Görevlendirilmişlerdi ya. Ne bilsindi, nasıl bilsindi.
Altı çocuğu var. Karısı tığlarla durmadan çorap örer. Yazın dış kapının çıkışında durur, kışın içerde, girişte. Kadının çok açık mavi gözleri her şeye şaşan bir anlamla doludur. Apartman yöneticisi onu orda yakışıksız bir görünüş sayıp yasaklandıktan sonra artık dışarda durmuyordu. Şimdi de durmaz, yoksa yasağı unutmuş mudur? Kapıcı kat sahiplerinin verdiği şeylerle gittikçe gülünçleşerek giyiniyor.
Onları alıp götürdükleri sabah orada başına geçirmiş olduğu tüylü Bavyera şapkasıyla çelişen köylü bıyığıyla öylece duruyordu. Çekeleyip, iterek götürenler sabahın kimsesizliğinde onu görmezlikten gelmişlerdi. Oydu belki de söyleyen. Şimdi öteki kapıları çalmadan ilkten onunkine geliyor, bir bağışlanma dileği mi bu. Tedirginliğini anlayan açık bir davranışla bakıyor. Elimin uzanacağı denli aralıyorum kapıyı. İstediğim şeylerin yazıldığı kâğıdı, parayı uzatıyorum. ‘Sağol abla, peki, hemen iletiyorum istediklerini ’ diyor. Kapıcımız Ege köylüklerinden. Çoğunluğun karşıtı o. Orta Anadolulu değil.
Radyoda sayılar veriyorlar. Ortadoğu ’daki durum. Akdeniz ’deki Nato güçlerinin karşılıklı işbirliğiyle sağlayacakları etkinliğin önemi yeniden saptanıyor. İzmir ’e Nato donanması uğrayacak. Sonra bir kamyon kazası. İnsan taşıyan kamyonlar. Ula kavşağında otuz beş tarım işçisi ölmüştür. Memet Ala, Nazime Ala, Kâzım Kurnaz ailecek yoklar.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.