Doğu'ya Yolculuğun Yükselişi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Doğu'ya Yolculuğun Yükselişi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya doğru genişlemesini hâlâ sürdürdüğü ve İngilizlerin tarihte ilk kez Akdeniz’de önem kazandığı 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başında Osmanlı topraklarına gelen dört İngiliz gezginin (Thomas Dallam, William Biddulph, Sir Henry Blount ve “T.S.”) yolculuk anılarını inceliyor. Osmanlı Akdeniz’i, İstanbul, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika ve Cezayir’i gezen bu dört gezgin, Protestan vaizlerin düşmanca açıklamalarının tersine, Osmanlı toplumunda çokkültürlülükten yiyeceklere, hava durumundan yaşama tarzlarına kadar hayran olunacak pek çok şey bulmuşlardır. Bu kitap, Doğu ile Batı arasındaki düşmanlığın tarihsel ya da kaçınılmaz olmaktan çok seçici belleğin bir sonucu olduğunu gösteriyor.

Doğu’ya Yolculuğun Yükselişi İngiliz İmparatorluğu’nun doğuşundan yüzyıl önce İngilizlerin Osmanlı Akdeniz’ine yaptığı dört yolculuğun öyküsünü anlatmaktadır. İslam kültürüyle tanışan İngilizlerin çalışması olduğu için, İngiliz olmanın anlamının dünya çapındaki oluşumunu sorgulaması bakımından da gerekli bir araştırmadır. Bu kişiler İngiltere’de doğup büyümüş olsalar da pek çok yönden farklılaşmışlardır, ancak her biri özünde İngilizleri temsil etmektedir. Lancashire’lı usta bir zanaatkâr olan Thomas Dallam 1599’da İstanbul’u ziyaret etmişti. Önyargılardan uzak olan Dallam gördükleri karşısında hayretler içinde kaldı. Bu yönüyle, önyargıları saymakla bitmeyen din adamı William Biddulph’tan ayrılıyordu. Halep’te vaizlik yaptığı yıllarda Kitabı Mukaddes’in rehberliğinde Kudüs’e yolculuk yapan Biddulph, gördüğü hiçbir şeye kitaptan doğrulamadıkça inanmayacaktı. Henry Blount Doğu’ya bakış açısında önyargılı davranıldığını sergilemek ve her şeyi kendi gözleriyle görüp kanıksanmış görüşleri kendi gözlemleriyle karşılaştırmak amacıyla 1634’te Doğu Akdeniz’e doğru yola çıktı. Burada anlatılan dördüncü hikâyeyse, Osmanlı’nın Cezayir topraklarında geçirdiği tutsaklık yıllarını 1670’te basılan bir kitapta dile getiren T.S.’in yolculuğudur. Onun tamamen kurguya dayalı olmayan çalışması daha çok gerçeklerle fantezilerin iç içe geçmesi olup İngiliz okurların Doğu’da kendi imparatorluklarının doğmak üzere olduğu bir dönemde bile, yüzyılın sonlarında Osmanlı Akdeniz’inde yaşananlarla ilgili anlatılan öykülerin nasıl etkisinde kaldıklarını göstermektedir. Bu yolculukları yeniden dile getirirken üç genel tartışmayı birbirine bağlı olarak sürdürmekteyim. İlki, modern çağın başlangıcında İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tutumlarının, 1603’te Osmanlılara “bugünün dünyasında dehşet kaynağı” yaftasını yapıştıran Richard Knolles ekolü yandaşlarının öncülük ettiği inanışın tersine, tümüyle düşmanca ya da korku dolu olmadığıdır. Knolles’un ortaya attığı sözler bugün hâlâ sancılarını çektiğimiz bir savaş çağrısıdır. Binyıllık sözleri haçlı söylemiyle bağdaştırmakla Protestan geleneğinin güçlü düşüncesi pekiştirilmiş, İslam diniyle ancak ihtilafa düşülebileceği, daha doğrusu düşmek gerektiği inanışı sürdürülmüş oluyordu. Çoğu zaman tarihin belli sayfaları kullanılarak Hıristiyan ve Müslüman uluslar arasında, ta başından beri varolduğu, dolayısıyla da öyle kalması gerektiği izlenimi uyandıran, düşmanlığı körükleyici hikâyeler üretilmektedir. New Yorklu gazeteci Stephen Kinzer, 1990’lı yıllarda İstanbul’da kaldığı dört yılı anlattığı çok övgü alan Turkey between Two Worlds (2002; Hilal ve Yıldız: İki Dünya Arasında Türkiye, Çev. Funda Keskin, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002) kitabını Othello’nun evlendiği gece yatağından kaldırılıp “Türkler”e karşı silaha sarılmaya çağrılışını hatırlatarak açar. Kinzer hem Shakespeare döneminde hem de daha sonraki kuşaklar boyunca “neredeyse bütün” Avrupalıların “Türkler” için “medeniyetin yüzkarası” yakıştırmasını uygun gördüklerini, İslam dininin de “Hıristiyanların kutsal saydıkları her şeye karşı şeytanca bir başkaldırı” olduğuna inandıklarını vurgular kesin bir dille.1 Geçmişte kalmış önyargıları bu yolla tekrarlamak, içinde bir parça doğru bulunan bir durumun tümüyle ve tek doğru olduğu izlenimini uyandırmaktan başka bir işe yaramaz, hele başka bir seçenek verilmemişse. Bu kitapta, Kinzer’ın ortaya attığı savın yalnızca yanıltıcı olmakla kalmayıp, özellikle Shakespeare dönemi için, gerçekte çok daha karmaşık olan tarihsel gerçekten çok uzak ve tehlikeli olduğunu göstermeye çalıştım.2 Knolles ile Shakespeare’in döneminde Osmanlı kültürünün görkemli kibarlığına, sonsuz zenginliğine ve göz alıcı parlaklığına hem büyük hayranlık duyulur hem de imrenilirdi. Ayrıca İngilizler için hiç tehdit oluşturmayan ve aslında Othello oyununda hiç görünmeyen muazzam Osmanlı ordusunun dört bir yana uzanmış askeri otoritesi hayranlık uyandırırdı. Elizabeth çağı insanları açısından İslamiyet ile kendi dinleri arasındaki fark önemliydi, Osmanlılara da önem verirlerdi, fakat hikâyede anlatılanların hepsi doğru değildi. Ticaret anlaşmaları Londralı tacirlere servet kazandırmış, yalnızca ipek endüstrisinde yüzlerce kişiye iş sağlamış ve kaçınılmaz çekişmeden çok farklı bir hikâye anlatan diplomatik ve kültürel değiş tokuşa neden olmuştu. Bu kitabın ikinci ve ilişkili genel tartışma konusunu Nabil Matar çoktan başlatmıştır, ancak sıkça vurgulanamamaktadır. O dönemin İngilizlerinin çoğu için Müslüman Akdeniz ülkeleri İngiliz adalarındaki yaşamın yerine çok çekici bir yaşam sunuyorlardı. Gidip oralarda kalanların sayısı çoktu. Gidenlerin döndükten sonra yazdıkları beni üçüncü tartışma konuma getiriyor: Geri dönenlerin edindikleri deneyim onlar için İngiliz olmanın anlamını değiştirmişti.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.