Pencere

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Pencere, Serhat Çelikel’in ilk öykü kitabı ama bir olmuşluk ve ustalığın ürünü. Kitapta birbirinden farklı yerlere ve zamanlara yirmi dört pencere açılıyor. Gözlem, betimleme ve düş gücü, zamanın akışına yüklediği derin anlamlar, parlak buluşları, insanı ve hayatı kavrayıştaki özgünlüğü, yaşanmışlıklara bakış açısındaki dinginlik, benzetmelerindeki keder ve ironi, kişilerinin tuhaf özelliklerini sergileme yeteneği, duyguları dile getirişindeki şiirsellik ve elbette söz dağarının genişliği... Kısacası, klasik öykücülüğümüze yeni tatlar getiren has bir yazarla karşı karşıyayız.

(“Avize” adlı öyküden)

Öğle namazından çıkanlardan bazıları, Ali Paşa Camii’nin avlusunu usul usul terk ettiler, bunların bir kısmı hemen karşı ara sokaktaki, tüm tabureleri aylar öncesinden içeri alınmış, iki yıl önce, ağustosta, Cemal’le dışarıda oturup buz gibi Niğde gazozu içerek hayat, mutluluk ve nihayet yalnızlık üzerine (asla ölüm bahsi geçmemişti) uzun uzun konuştuğumuz Sohbet Çayevi’ne geçtiler, diğer bir kısımsa, Sulusokak yokuşuna doğru yollanıp, köşede birer ikişer kayboldular. Caminin avlusunda kalan, çoğunluğu yaşlı, kırk elli kişi, tabutun önünde saf tutmaya koyulmuşlardı. Duvarın önünde beklerken belki onlarca kez, tekrar, tekrar, tekrar okuduğum, arkadaşımın tabutun hemen yanındaki beyaz ilan tahtasına hızlıca çiziktirilmiş ismini artık okuyamıyor olmak –yaşlı bir adamın yeşil şapkası önünü kapatıyordu– garip bir huzursuzluk verdiğinden, namaz boyunca dikildiğim duvarın önünden ayrılıp tabutun yakınına gittim. 

Cemal, Tokat’ta, doğumundan itibaren yalnızca on yıl kalmasına rağmen –o “ilkokul dörde kadar” diye düzeltirdi, hemen her defasında– babası ve annesi de buradaki bir mezarlıkta olduğundan buraya defnedilmek istemişti. İki gün önce Birsen, telefonda bana “Cemal bu isteğini dört beş yıl önce, laf arasında öylesine söylemişti, bir daha bahsini etmedik ama aklıma daha iyi bir şey gelmiyor” dediğinde ben, hastaneye yatmadan önceki son Çiçek Pasajı buluşmamızda, bana da aynı şeyi çıtlattığını söyleyince, Birsen için bu kararı vermek daha kolay olmuştu. Birsen neden ortalıklarda yoktu peki? Gelmemiş olabilir miydi?
Cemal’i, hastanede kaldığı altı ay boyunca, haftada en az iki kez ziyaret ettiğim halde, gerçekten de hiçbir defasında ölüm mevzuunu açmamıştık. Ben gözümü, o yüzleri soğuk, adlarını bilmek dahi istemediğim tıbbi cihazlardan uzak tutar, Cemal’in yatağının etrafında kar beyaz tülden bir cibinlik, mavi hastane pijamalarının çevresinde de parlak bir “maşallah” yazısı varmış da, bir iki haftaya kalmaz bisikletlerimize binermişiz gibi düşünür, daha iyi hissederdim. Ölüm fikri, ortalığı aydınlatmak yerine karartan ters bir avize gibi tepemizde durur, biz, karanlığın varlığını bilip bundan rahatsız olduğumuz halde, bunun sebebini merak etmiyormuş gibi yapar, kafamızı kaldırıp da o kötücül avizeye bakmayı reddederdik. Yalnızca bir defasında, tekrar okumak istediği için götürdüğüm Küçük Aylaklık Şatoları’nı yanındaki komodinin üzerine koyarken, Cemal kitabı elimden alıp şöyle bir bakıp, gülerek “Biz de Nerval gibi kendimizi asacaktık, böylesi de hiç olmadı” deyince, avizenin bir an hızlıca yanıp söndüğünü, aynı anda da boğazımda bir şeyin düğümlendiğini hissetmiştim.
Biraz sonra imam caminin kapısından çıktı, Birsen de avlunun kapısında belirdi. Onu görünce geçici bir ferahlık hissiyle yanına gittim, cenaze namazı bitene kadar öylece bekledik. Bu süre boyunca çok az konuştuk, işte artık ikimizin birbirinden saklamaya, saklayamadığında da geçiştirmeye çalıştığı şey olmuştu, yine de az sonra imamın sorusuna Birsen’in “gerçekten de iyi bilirdik” diye belli belirsiz mırıldanıp gülümsediğini görünce hâlâ böyle mağrur durabilmesine sevinip, bir çocuğu yüreklendirir gibi sırtına vurdum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.