Ötekilere Yazmak - Sevim Burak Üzerine Yazılar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Sevim Burak’ın “okuru olmak”tan onun “politik bir yazar” oluşuna, onda çınlayan “anne sesleri”ne, “nesne ve benlik yitimi”nden “dil ve içerik” konusuna, “özne ve öteki” sorununa, çengelliiğnelerine varıncaya kadar yazarın edebiyatını inceden inceye ele alıyor “Ötekilere Yazmak”.

“Sevim Burak’ı Sevim Burak yapan şey hiç şüphesiz onun ele gelmez tarafıdır. Onun ele gelmezliği bireyin sorunlarını anlatırken içeriğe sıkışıp kalmaması, dilin kendisini de sorunsallaştırmasıdır. Sevim Burak bu yeniliği, sözcükleri işarete dönüştürüp parçalı bir anlatımla bütünü yok ederek yapar. Sevim Burak’ın Türk edebiyatında adeta devrim niteliğinde attığı bu adımlar, uzun yıllar toplumcu reflekslerle edebiyat değerlendirmesi yapanlar tarafından maalesef anlaşılamamıştır” diyen Özge Şahin’in hazırladığı “Ötekilere Yazmak”, Sevim Burak için ilk başvuru kitabı olma özelliğini taşıyor. Akademisyenlerin, yazarların, araştırmacıların, yazarın çocuklarının da yazılarıyla katıldığı hacimli ve önemli bir çalışma...

Sevim Burak Okuru Olmak

Sevim Burak’ı Sevim Burak yapan şey hiç şüphesiz onun ele gelmez tarafıdır. Onun ele gelmezliği bireyin sorunlarını anlatırken içeriğe sıkışıp kalmaması, dilin kendisini de sorunsallaştırmasıdır. Sevim Burak bu yeniliği, sözcükleri işarete dönüştürüp parçalı bir anlatımla bütünü yok ederek yapar. Sevim Burak’ın Türk edebiyatında adeta devrim niteliğinde attığı bu adımlar, uzun yıllar toplumcu reflekslerle edebiyat değerlendirmesi yapanlar tarafından maalesef anlaşılamamıştır.

Ancak 1960’lı yılların sınırlayıcı anlayışı 80’lere gelindiğinde etkisini kaybetmiş hem üretilen metinler hem de edebiyat eleştirisi düzeyinde değişen bakış açısı, biçimin de içerik kadar önemli olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu iklimin etkisiyle Sevim Burak gibi avangard türün örneklerini veren yazarlar ivme kazanmıştır. Bugün Sevim Burak ve edebiyatının, çoğunlukla, metinle boğuşmaya hazır, gayretli bir okur kitlesi tarafından okunduğunu söylemek mümkün.

Benim Sevim Burak serüvenim ise tam bu noktada başlıyor. Sevim Burak’ı okumak her şeyden önce bana edebiyatın ne olduğu sorusunu sordurtmuştu. Daha önce okuduğum öykülere, romanlara, tiyatro oyunlarına hiç de benzemeyen, metinlerinde bir şeyler olduğunu hissettiğim ancak net yargılarla konuşamadığım bir yazarla karşı karşıyaydım. Okuduklarım basit dil oyunlarına yaslanan omurgasız metinler değildi üstelik. Çok derinlerde, kazıdıkça yavaş yavaş kendini gösteren, önce sesini duyduğum sonra harflerin şekillere katıldığı, karakterlerin eşyaya dönüştüğü bir rüyada yol almaktaydım. Bu yolculuk bir süre sonra Türk edebiyatında eşi benzeri görülmemiş, dünya çapında bir yazarın varlığını göstermişti. Okurunu, bıraktığı açık alanlarla metnin yeniden yaratım sürecine dahil eden çoksesli, çokkatmanlı bir yapıydı söz konusu olan. Tıpkı Kafka ve Beckett’te olduğu gibi.

Elbette böylesi bir yazarın Türkiye’de okunması, anlaşılması pek de kolay olmayacaktı. Çünkü edebiyat tarihimiz maalesef yazarlara yakıştırılan klişelerle doludur. Tıpkı Oğuz Atay’ın uzun yıllar tutunamayanları yücelttiği yanılgısı gibi. Peki ya Sevim Burak? Etrafında yapılan tartışmalardan anladığımıza göre Sevim Burak’ın klişesi “zor bir yazar olması” yönünde.

30 yılın ardından Sevim Burak adına eksik kalan şeyin hak ettiği kadar okunmaması olduğunu söyleyebiliriz. Ancak özellikle iki isme, Sevim Burak’ın sesini duydukları için teşekkür borçluyuz: Yazılarıyla Sevim Burak’ın sadık bir okuru olmayı sürdürdüğü için Selim İleri’ye, yarım kalmış romanı Ford Mach I’i biz okurlarına kazandırdığı, yerinde saptamalarıyla Sevim Burak üzerine düşünmeye devam ettiği için Nilüfer Güngörmüş Erdem’e...

Mektuplarında sanki bugünü görmüşçesine şu sözleri kaleme almış Sevim Burak: “Bütün mesele benim kendimi yalnız ve yalnızca yazı yazmaya adamam, bir Mevlevi gibi... Başka türlü olamaz... O zaman bir, beş, on eser olunca akan sular durur. Bu ortamda, bu gergin sanat ortamında paniğe kapılmadan, daima beni takip eden genç nesli düşünerek, onlardan ve senden (Karaca Borar) kuvvet alarak yazmalı, yazmalı, yazmalıyım.”

Ölümünün 30. yılında Sevim Burak’ı anmak üzere bir araya geldiğimiz gün, açıkçası beklemediğim büyük bir ilgiyle karşılaştım. Sevim Burak’ın kitaplarının çok kısa sürede tükenmesi, sabah çok erken saatlerde başlayan oturumların program bitene kadar ilgiyle takip edilmesi sempozyumun amacına ulaştığını gösteren örneklerdi. Bu vesileyle bildirileri ve konuşmalarıyla sempozyuma katkıda bulunan bütün katılımcılara teşekkür ederim. Ayrıca organizasyonu gerçekleştirmemde katkısı olanlara teşekkür etmek istiyorum. Öncelikle sadece ders dinlemekle iyi bir edebiyat okuru olunamayacağını düşünen ve bölümümüzde yapılan her sempozyumu destekleyen bölüm başkanımız, kıymetli hocam Prof. Dr. Abdullah Uçman’a, Sevim Burak Sempozyumu’nu gerçekleştirme konusunda beni yüreklendiren, akademik hayata başlamamın belki de en önemli sebebi, enerjisine bir türlü yetişemediğim hocam Prof. Dr. Handan İnci’ye sonsuz teşekkürlerimi iletmek isterim... 2013 yılının Ocak ayına girdiğimiz ilk günlerde Sevim Burak için sempozyum yapma fikrini paylaştığımda benimle aynı heyecanı duyan ve desteklerini esirgemeyen arkadaşlarım Zeynep Zengin, Burcu Şahin ve Aslan Erdem’e, sevimburak.com’un yaratıcısı Burak Kartal’a çok teşekkürler...

Ve elbette sevgili Karaca Borar.... Sevim Burak’ın mektuplarını yayımlayarak onun yazma eylemini, yazı atölyesini tanıttığı, sorduğum her soruyu sabırla cevaplandırdığı, Sevim Burak’ın fuayede ve salonda yer alan kişisel eşyalarını sergileme fırsatı verdiği için, Lo Kuşu’nun yazarı, eşya tutkununa sonsuz teşekkürler...

Ve sevgili Elfe Uluç... Sempozyum yapma fikrini düşünürken bölümümüze gönderdiği bir mektupta annesi için mutlaka bir şeyler yapılmasını istediği ve bugüne gelene kadar attığım her adımın sıkı takipçisi olduğu, fikir verdiği ve Sevim Burak için üretmeye devam edeceği için teşekkürler...

Özge Şahin
Şişli, Aralık 2013

Politik Bir Yazar Olarak Sevim Burak ve Ford Mach I

Nihal G. Koldaş

Sevim Burak ile bir yazar olarak karşılaşmam Adam Yayınları’ndan çıkan “İşte Baş İşte Gövde İşte İşte Kanatlar” ve “Everest My Lord” metinlerini içeren kitap sayesinde oldu. Bu iki metni okuduktan sonra, birkaç yıl önce Sevim Burak’ı yitirdiğimizde Milliyet Sanat dergisinde yayımlanan bir yazıda onun bir başka metniyle de karşılaştığımı anımsadım: ‘İki Yabanji’. Bu metnin belleğimde kalmasının nedeni, ilkgençlik yıllarımda ağzıma dolanan bu ‘aranjman’ şarkının sözlerinin Ajda Pekkan telaffuzuyla yeniden yazımı idi. Bir yazar neden bildiğimiz bir şarkının sözlerini yazılışını biraz değiştirerek yeniden yazıp buna da öykü diyor? “İki yabanji, eller birleşmij, İki yabanji, gözler birlejmij ..” diye gider metin. Sevim Burak bende nedenini ilk bakışta anlamadığım bir biçimde kelimeler ve onların sesleriyle oynayan bir yazar olarak kaldı. Yıllar sonra Beckett’i anlamaya çalışırken olduğu gibi. “Everest My Lord”, yazarın bile oyun mu roman mı olduğuna karar veremediği, kelimeler ve onların okunuşuyla en çok oynadığı metindir. Naz Erayda, Bülent Erkmen 90’lı yıllarda onu bir performansa dönüştürdüler. Sevim Burak’ın yazar olarak sesi, duyulması gereken bir ritme, müzikaliteye sahiptir.

Ama Sevim Burak’ın metinlerinin benim için ilk bakışta ilgi çekici yanı, bu biçimsel görünen özellikleri olmadı. Onun hayatın anlamını (gerçeği) aramak, hayatın onda yarattığı etkileri ve içini dökmek için sahici bir uğraş veren ruhu, bunu yaparken, olağanüstü renkli bir imgelem dünyası kurması, anlatım dilinin sürekli kurulup bozulması (o sahici uğraşın, mücadelenin bir gereği olarak) ve anlatımının kalkınma ve odak noktasının çok içerilerden bir yerlerden gelerek, sezgisel görünümlü ve bir hayli ileri görüşlü bir politik tavır da içermesidir.

Sevim Burak’la ilk yoğun mesaimizi Bilsak Tiyatro Atölyesi olarak İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar ile verdik. Bu karşılaşma yedi aylık bir çalışma sürecini içerdi. Zor, bunaltıcı, bıktırıcı ve yavaştı. Ve iyi ki de öyleydi. Hayatta bazı yerlerden yalnızca bir kez geçilir. Ve size bütün hayatınızda kullanabileceğiniz dersleri kazandırır.

Biz o süreçte ne kazandık? Öncelikle o güne kadar yayımlanmış bütün yapıtlarını okuma fırsatını. Bunların çoğunun birbirinin içinden doğduğunu, yazarın yaşamı ile yazdıkları arasında neredeyse hayati kan damarları bulunduğunu. Öyle ki, onun yazma süreciyle ilgili söylediklerini, biz oyunu çalışma sürecimizde yaşar hale gelmiştik. Günlerce loş bir odada iki sandalye üzerinde oturarak sessizce kelimelerin gerçekten ağzımıza gelmesini bekledik.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.