Öteki Venedik

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Öteki Venedik

Akdeniz’in Kutsal Kitabı sayılan Akdeniz’in Kitabı’nın yazarı Matvejeviç, “Uyuyan güzel” klişelerinden uzağında, sırasıyla coğrafyacı, tarihçi, antropolog, mitograf, haritacı, dilbilimci kimliklerine bürünerek, Venedik’in bugüne kadar yazarlar, şairler ve ressamlar tarafından ilgi görmemiş yüzlerini gün ışığına çıkarıyor. Yabani otlar, küçük meydanlardaki kuyular, iskele babaları, duvar oymaları, köprüler, bitki-ler, anonim ya da hayali haritalar, nehirler, gündoğumları, pas ve cila, hanlar, fırınlar ve gravürler...

Öteki Venedik

Venedik’e çok farklı ufuklardan geldiğim oldu: Kuzeyden, ülkenin iç kesimlerinden, güneyden ve doğudan, rüzgâra karşı ya da rüzgârı sırtıma alarak denizden. İster gece ister gündüz, ister güneşte ister yağmurda, mevsim ne olursa olsun, Venedik her zaman aynı ama bir o kadar da farklıydı. Şehre ilk, belki de ikinci ya da tanrı bilir kaçıncı gelişimde anladım Doğulu bilgenin (Trieste yakınlarında, sanırım Muggia’da bir köprüde karşılaşmıştım) uyarısını: “Çok sayıda kişinin geçtiği yerleri anlatma, belki senden önce daha iyi betimleyen biri çıkmıştır.” Venedik daha önce hem fırçayla hem kalemle defalarca çizilmiş ve betimlenmiş, herkesin bildiği bir yer haline gelmişti. “Herkese mal olmuş yerlerden uzak dur” tavsiyesinde bulunmuştu bilge, ondan ayrılmak için izin istediğimde. Bu şehrin öyküsüne Tarih’in keşfetmediği ne eklenebilirdi?
Gizemli Carpaccio, İhtiyar ve Genç Bellini, “Yalnız” (lakabı her zaman ismine eşlik eden) Giorgione, “uzun yaşamı boyunca” (bu da çok sık kullanılan bir ifade) Titian ya da yine “büyük tuvalleriyle” (gerçekten de çok büyük ama her seferinde belirtmek mi lazım?) Paolo Veronese gibi Venedikli büyük sanatçıların eserlerinde bazen hayranlık, bazen kıskançlıkla aktardıkları çok sayıda öykü vardır. Tintoretto’nun gölge ve ışık oyunlarında, Tiepolo’nun “uçuşan” figürlerinde, Canaletto’nun vedute’sinde, Guardi’nin venezianità’sında defalarca dile getirilenlere daha ne eklenebilir bilmiyorum. San Marco Bazilikası’nı, bulunduğu meydanı ya da çan kulesini, Santa Maria della Salute Kilisesi’ni, Ca’d’oro’yu, Ponte dei Sospiri’yi, geleneksel karnavalı, ünlü kayık yarışlarını, meşhur Bucentaure’yi vb., bir kez daha betimleme cesaretini gösteren kişi neyle karşı karşıya kalacağının farkında mıdır? Bu girişimler nadiren, belki her nesilde bir ya da iki defa, her asırda üç ya da dört defa başarıyla sonuçlanmıştır. Oysa yaşadığımız asır akıp gitmiş, neslimiz yaşamının sonlarına yaklaşmıştır.
Geçtiğimiz asrın sonlarında, Venedik’e Hırvatistan'dan geldiğimde bir sonbahar günü tan vaktiydi. Büyük Kanal boyunca çok az konakta ışık yanarken, çoğunluğu karanlıklara gömülmüştü. Kim bilir kaçında yaşam vardı? Sahipleri neden terk etmişti evlerini? Mirasçıları tarafından kimlere emanet edilmişlerdi? Bu sorular Venedikliler kadar, Venedik âşıklarının da aklını kurcalıyordu. Suyun üzerinde sis bulutları dolaşıyor, siluetleri silikleştiriyordu. Formlar artık yalnızca çeperlerinden oluşuyordu. Önemsiz ayrıntılar görünmez olmuştu.
Doğru zamanda gelmiştim.
Rüzgârsız bir kış günü tekrar geldim. Olayların farklı bir açıdan algılandığı, daha az bilinen yerleri aradım. Dorsoduro yakınındaki San Trovaso parkından yola çıkarak, kanallar ve calli’ler, Rio dei Muti ve Rio della Madonna dell'Orto boyunca uzandım. Erken bastıran soğuk ziyaretçileri kaçırmıştı. Dalgakıranın yanında hiç gondol göremedim. Yalnızca iki caorline kayığı ve bir trabaccolo dalgaların sallantısına bırakmıştı kendini. Köhne evlerin kiremitleri kırmızıdan çok kahverengiye çalıyordu. Guidecca’dan bakıldığında Zattere’ler alışılmamış bir görünüm sergiliyordu – Guidecca ise nereden bakılsa hep aynıydı. Burada, kendime yaptığım Venedik betimlemesinde değil, gerçekten Venedik’teydim.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.