Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak / Siyaset Kuramı Yazıları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Jürgen Habermas’ın 1996 yılında yayımladığı siyaset kuramı yazılarından seçilerek oluşturulan “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, yeryüzünde süregelen eşitsizliklere, çelişkilere, insan hakları sorunlarına cumhuriyetçi ilkelerin evrensel içeriğinden yola çıkarak çözüm önerileri getiriyor.

“Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, kültürler arasında “öteki”ne yaşama alanı açmak ve bireylerin eşit haklarla bir arada yaşaması üzerine düşünmek için...

Burada yer alan makaleler, Faktizität und Geltung (1992) adlı kitabın yayımlanmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bu çalışma, cumhuriyetçi ilkelerin evrensel içeriğinden yola çıkarak, günümüz sorunları karşısında hangi çözümlerin olabileceği konusunda bize ışık tutacaktır - özellikle de çokkültürlülüğün ortaya çıkardığı çelişkilerin yoğun bir biçimde görüldüğü çoğulcu toplumların, uluslar-üstü bir birlik oluşturmak için bir araya gelen ulus-devletlerin ve istemleri dışında zorunlu bir risk toplumu haline getirilmiş dünya toplumu yurttaşlarının karşılaştığı sorunlara yanıt verecektir. Birinci kısımda, birleşmeden bu yana Federal Almanya'da yeniden yaşanan bir tartışmaya açıklık getirmeyi amaçladım. Vaktiyle "Staatsbürgerschaft und nationale Identität" adlı makalede incelediğim konuyla ilgili hayal gücümü biraz daha zorlamaya çalıştım.* Kendine özgü devletsel bir varoluş hakkını alabilen, ırk kökenli ve ortak yazgıya sahip bir kültür toplumu olarak algılanan ulus kavramı, hâlâ sorunsal düşünüşlerin ve yaklaşımların meyvesi olmaya devam etmektedir - toplulukların sözümona ulusal self-determinasyon hakkına sahip olduğu çağrısı, çokkültürlülüğe ve insan hakları politikasına bakışımlı olarak karşı koyma, bununla birlikte de egemenlik haklarının uluslar-üstü yapılandırılmasına karşı duyulan güvensizlik, işte bu romantizm kaynaklı ulus anlayışının bir ürünüdür. Halk ulusunun savunucuları, bugün artık ulusal-sonrası bir toplumsallaşma biçimine kaçınılmaz olarak geçerken ortaya çıkan sorunların üstesinden nasıl geleceğimiz konusunda, özellikle demokratik ulus-devletin tarihte elde ettiği harika kazanımların ve cumhuriyetçi anayasa ilkelerinin bizleri aydınlatacağını kabul etmemektedirler. İkinci kısım, küresel ve toplumsal düzeyde insan haklarının kabul ettirilmesi konusunu ele almaktadır. Zum Ewigen Frieden adlı yazının ikiyüzüncü yıldönümü, Kant'ın dünya yurttaşlığı hukuku anlayışının, tarih deneyimlerimizin ışığında yeniden elden geçirilmesine vesile olmuştur. Devletlerarası hukukun öngördüğü masumiyet iddiasını çoktan yitirmiş olan bir zamanların egemen devlet özneleri, içişlerine müdahale etmeme ilkesiyle artık daha fazla yetinemezler. İnsanî müdahaleler sorununun bir yansıması olarak çokkültürlülük önplana çıkmıştır. Burada bile azınlıklar kendi hükümetleri karşısında korunma arayışı içindedirler. Fakat bu ayrımcılık, meşru hukuk devleti çerçevesi içerisinde, genel siyasî kültürle kaynaşmış çoğunluk kültürüyle azınlığa istenileni kabul ettirme biçiminde içinden çıkılması oldukça zor bir hale bürünmektedir. Charles Taylor'ın cemaatçi önerisine karşı gelerek ben, farklı altkültürlerin ve yaşam biçimlerinin aynı cumhuriyetçi toplum içerisinde eşit haklı bir arada varoluşunu sağlayacak bir "Tanınma Politikası"nın, kolektif haklar ve hayatta kalma güvenceleri olmaksızın da işlemesi gerektiğini ortaya koyuyorum. Üçüncü kısım, demokrasi ve hukuk devletinin tartışım-kuramsal yaklaşımının temel varsayımlarını hatırlatır. Tartışımlı politika anlayışı özellikle halk egemenliği ve insan hakları arasındaki eş-kökenliliğin belginleştirilmesine olanak sağlar. Dördüncü kısımda, herkese gösterilmesi gereken eş-saygı ve birinin ötekine karşı taşıması gereken genel dayanışmacı sorumluluk ahlâkının akılcı içeriği tartışılmaktadır. Duyarsız olarak özümleyen ve denkleştiren bir evrenselciliğe karşı duyulan postmodern güvensizlik, ahlâkın bu anlamını yanlış yorumlamakta ve aynı heyecanla, aslında gerçek anlamda bir evrenselciliğin daha yeni gündeme getirdiği farklı olmak ve farklılık arasındaki bağıntılı yapıyı ortadan kaldırmaktadır. Theorie des kommunikativen Handelns ile ben, "topluluk" ve "toplum"a getirilen yanlış alternatifleri kıracak olan yaşam koşullarına yeni bir boyut oluşturacak temel kavramları ortaya atmıştım. İşte toplum-kuramsal olarak getirilen bu farklı bakış açısı, ahlâk ve hukuk kuramında farklılıklara karşı daha duyarlı bir evrenselcilik anlamına gelmektedir. Herkese eş-saygı, soydaşlara değil, ötekine, yani farklı oluşu nedeniyle diğerine gösterilme koşulunu temel alır. Ötekine karşı, bizlerden biri olarak dayanışma göstermek de, tözsel olan her şeye direnen ve gözenekli sınırlarını sürekli daha da öteye taşıyan bir topluluğa ait esnek "Biz"i kapsar. Bu ahlâksal topluluk, ayrımcılığın ve haksızlığın kaldırılmasıyla birlikte marjinalleri, karşılıklı saygı temelinde benimseme düşüncesi üzerine kurulmuştur. Yapısal olarak ortaya çıkan bu topluluk, kendi türünü zorla kabul ettirerek tektip üyeler oluşturan bir kolektif değildir. Benimsemek, kendi içine kapatmak ve ötekine karşı kapanmak demek değildir. "Ötekini benimsemek", toplumsal sınırların herkese -hatta ve özellikle de, birbirine yabancı olan ve birbirine karşı yabancı kalmak isteyenlere- açık olması demektir. Starnberg, Ocak 1996 J. H. * Faktizität und Geltung (Suhrkamp), 632-660.

1.

Avrupa Ulus-Devleti –Egemenliğin ve Devlet Vatandaşlığının Geçmişi ve Geleceği

“Birleşmiş Milletler” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, günümüz siyasî dünya toplumu ulus-devletlerden oluşmaktadır.

Fransız ve Amerikan devriminden çıkan tarihsel model artık dünya çapında kendini kanıtlamıştır. Bu durum kesinlikle küçümsenmemelidir. Avrupa’nın kuzeyindeki ve batısındaki klasik devlet ulusları, kendilerini o zamanki mevcut ülke devletler (Territorialstaaten) içerisinde geliştirmişti. Bunlar, daha 1648’de Vestfalya Barışı ile biçim kazanan Avrupa devletler sisteminin bir parçası ydı. Buna karşın, ilkin ‹talya ve Almanya gibi “daha sonra devletleşen” uluslar, orta ve doğu Avrupa’daki ulus-devlet oluşumu için de tipik olan farklı bir gelişim sergilemişlerdir. Devlet oluşumu burada, önde gitme eğilimli ve propagandayla yayı lan bir ulus bilinciyle hareket ediyordu. Bu her iki yol arasındaki farklılık (from state to nation vs. from nation to state), devlet ya da ulusun biçimlendirilmesinde öncü rolü oynayan aktörlerinden kaynaklanmaktadır. Bunlar bir yandan, kralın buyruğu altında “rasyonel bir devlet kurumu” yaratan hukukçular, diplomatlar ve asker kesimi; diğer yandan, bir “kültür ulusunun” az çok sanal birliğinin propagandasıyla (Cavour ya da Bismarck tarafından gerçekleştirilmiş) diplomatik-askerî eylemlerle devletsel birliğe hazırlayan yazarlar ve tarihçiler, kısacası bilginler ve aydınlardı. Ulus-devletlerin bütünüyle farklı üçüncü bir nesli de ‹kinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Afrika ve Asya’da sömürgeciliğin kaldırılması süreciyle ortaya çıkmıştır. Daha önceki sömürgecilik sınırları içerisinde kurulan bu devletler genelde, ihraç edilmiş devletsel örgütlenme biçimlerini –kabile sınırlarının dışına taşan– ulusun altyapısına taşımadan, egemenlikleri için çaba harcamışlardı. Bu tür durumlarda yapay devletler, birbirleriyle sonradan kaynaşan uluslarla önce “doldurulmalıydı”. Sonuçta da, Sovyetler Birliği’nin parçalanması ndan sonra doğu ve güneydoğu Avrupa’da bağımsız ulusdevletlerin kurulması eğilimi adeta şiddetli kopmalarla kendini göstermişti. Bu ülkeler sosyal ve ekonomik açıdan zorlu durumlara düştüğünde, güvensizliğe kapılmış nüfusun bağımsızlı k seferberliğini bir zamanların etno-milliyetçi çağrılarıyla güdülemek yeterli oluyordu.

Ulus-devlet bugün artık daha eski siyasî yapılar karşısında üstünlüğünü kesin olarak kanıtlamıştır.1 Kuşkusuz klasik şehir devletleri modern Avrupa’da da –daha çok yukarı ‹talya şehirlerinde, ‹sviçre ve Hollanda’nın çıkış noktalarını oluşturan şehir sırtlarında, kısaca eski Lotharingien bölgesinde– ardıllarını bulmuştu. Eski imparatorlukların yapıları da, ilkin Alman ulusunun Roma ‹mparatorluğu, sonra da Rus, Osmanlı ve Avusturya- Macaristan imparatorluklarındaki çok-ırklı devletler biçiminde yeniden karşımıza çıkmıştı. Fakat artık ulus-devlet, miras aldığı bu modern-öncesi yapıların yerine geçmiştir. Günümüzde Çin’in, en son ve en eski imparatorluğun, derinlemesine dönüşümünü izlemekteyiz.

Hegel’e göre, tarihsel her bir yapı olgunluğa eriştiği anda yok olmaya mahkûmdur. Ulus-devletin ulaştığı zaferde de madalyonun ironik diğer yüzünü görmek için, Hegel’in tarih felsefesini özümsemek gerekmez. Ulus-devlet, zamanında, parçalanma sırasında fark edilmiş ilk-modern toplumsal entegrasyon biçimlerine işlevsel bir eşdeğer bulmaya adeta zorlayan tarihsel gelişmeye inandırıcı bir yanıttı. Bugün yine benzer tarihsel bir süreçle karşı karşıyayız. ‹lişkilerdeki ve iletişimdeki küreselleşme, ekonomik üretimin ve parasal kaynakların küreselleşmesi, teknoloji ve silah transferinde, özellikle de ekolojik ve askerî risklerde küreselleşme artık bizleri, bir ulus-devlet çerçevesi içerisinde ya da daha önce alışılagelmiş yollarla egemen devletlerin birleşerek çözemeyeceği sorunlarla karşı karşıya bı- rakmaktadır. Eğer bunlar bir aldatmaca değilse, ulus-devlet egemenliğinde yaratılan bu boşluk giderek daha da artacak, siyasî açıdan medenî hakları kullanma yeterliğinin uluslar-üstü düzeyde yapılandırılmasını ve kurumsallaştırılmasını gerektirecektir – zaten şu sıralar bunun başlangıcını izlemekteyiz. Avrupa, Kuzey-Amerika ve Asya’da kıtasal “rejimler” için, bugün hâlâ oldukça etkisiz çalışan Birleşmiş Milletler’e gerekli altyapı- yı sağlayabilecek, devletler-üstü örgütlenme biçimleri ortaya çıkmaktadır.

Fakat bu inanılmaz soyutlama adımı yalnızca tek bir gelişmeye açıktır. Bunun ilk büyük örneğini de ulus-devletin entegrasyon girişimleri vermiştir. Bu nedenle, uluslar-ötesi toplumlara giden belirsiz yollarda, özellikle artık üstesinden gelmek zorunda olduğumuz tarihsel örneklerin ışığında kendimizi yönlendirmemiz gerektiği kanısındayım. fiimdi ilkin ulus-devletin kazanımlarını hatırlatmak istiyorum. Bunun için de (I) “devlet” ve “ulus” kavramlarına açıklık getirip, (II) ulus-devlet biçimiyle çözümlenmiş bu iki sorunu irdeleyeceğim. Daha sonra, bu devlet biçiminin içine işlemiş (III) cumhuriyetçilik ve milliyetçilik arasındaki potansiyel çatışmayı ele alacağım. Son olarak da, ulus-devletlerin medenî haklarını kullanma yeterliğini zorlayan, güncel iki gelişmeyi: (IV) toplumun çok-kültürlü ayrımını ve mevcut ulus-devletlerin egemenliğine hem (V) içte hem de (VI) dışta zarar veren küreselleşme süreçlerini işleyeceğim.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.