Lutetia

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Fransız gazeteci-yazar Pierre Assouline’in romanı Lutetia, Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Simenon ve Henri Bresson-Cartier biyografileriyle ülkesinde ses getiren Assouline’in, yine yayımlandığında yalnızca Fransa’da değil, başta Almanya ve İngiltere olmak üzere çeşitli ülkelerde büyük ilgi gören ve tartışılan romanı Ali Cevat Akkoyunlu’nun çevirisiyle Türk okuruna merhaba diyecek. Avrupa’ya büyük bir çöküş yaşatan 2. Dünya Savaşı sırasında, Paris’in en gözde otellerinden Lutetia’da güvenlikten sorumlu detektif Edouard Kiefer’in gözünden kan ve gözyaşıyla yazılmış bir tarih anlatılıyor Lutetia’da. Savaş ve Paris’in işgali boyunca otelden hiç ayrılmayan kahramanımız, yıkımdan önceki görkemli yaşama, Nazi istihbarat örgütünün otele yerleşmesine, ardından da kurtuluşla birlikten kamplardan dönen, bitik haldeki binlerce çaresiz insanın sığınmasına tanıklık ediyor. James Joyce’tan Marc Bloch’a, dönemin en önemli kültür kişiliklerinin otelden gelip geçişiyle renklenen anlatı, yazarın yoğun bir arşiv çalışmasıyla elde ettiği gerçek bilgilerin de harmanlanmasıyla bir tür tarihî-belgesel romana dönüşüyor. Bütün bunların yanında, kimi zaman sadece gözlerle anlatılan bir aşk öyküsü de hazin ve çarpıcı anlatım içerisinde kendisine yer buluyor. James Joyce’tan Marc Bloch’a, dönemin en önemli kültür kişiliklerinin otelden gelip geçişiyle renklenen anlatı, yazarın yoğun bir arşiv çalışmasıyla elde ettiği gerçek bilgilerin de harmanlanmasıyla bir tür tarihî-belgesel romana dönüşüyor. Bütün bunların yanında, kimi zaman sadece gözlerle anlatılan bir aşk öyküsü de hazin ve çarpıcı anlatım içerisinde kendisine yer buluyor.

Giriş. Paris, 1945 baharı

Bir süredir, insanlar bana bir tuhaf bakıyordu. Bu, kolay açıklanamayacak bir duygudur. Benimle karşılaşmamak için yolunu değiştiren bir sekreter, gözlerini kaçıran bir aşçı yamağı, restorana her girdiğimde arkamdan yapılan dedikodular, büroda kat hizmetçilerinin aralarında fısıldaşmaları. İlginçtir, bir kez de katı şaşıran bir oda servisi çalışanınca uyandırılmıştım.
Müdür beni çağırttı; birkaç zamandan beri, koşullar da uygunsa, talimatlarını koridorda vermekten çekinmediği düşünüldüğünde, alışılmadık bir tutum bu. Görüşmeyi çalışma odasında değil de, yemek salonunda yapacağımızı duyunca, daha da şaşırdım. Yemek salonuna girdiğimde, her şey sessiz, karanlık ve terk edilmişti, tıpkı iki öğün arasında sıkça görüldüğü gibi. İskemleler masaların üzerine ters çevrilmişti. Bir köşede, masa örtüleri kocaman bir yığın oluşturuyordu. Komilerden biri, yerleri süpürmekle meşguldü.
Kocaman camların ötesinde Raspail Bulvarı’nda, otelin girişinin hemen önünde, sürgünlerin dönüşünü gözleyen aile ve akrabaların isimsiz kalabalığını görüyordum. Birbirleriyle konuşuyor, muhtemelen bilgi alışverişinde bulunuyorlardı ya, kulağıma hiçbir ses yansımıyordu. Gözlerimi dikerek izliyordum onları. Bekliyorlardı, içlerinden bazıları on beş günden fazladır bekliyordu.
Müdür yanında tanımadığım, ama buram buram aynasız kokan iki herifle sonunda geldi. Büyük ihtimalle, savaş yıllarının baskıcı gayretkeşliğini arıtıcı güdüleriyle dağıtma meraklısı müfettişler. Bu, yüzlerinden, davranışlarından, bütün hareketlerinden okunuyordu.
Müdürün mahcup bakışlarında, bana oturmamı söylemişken kendisinin ayakta kalmasına varan belirgin sıkıntısında başımın üzerinde toplanan kara bulutları görebilmiştim:
— Édouard, diye başladı söze ve adımı böylesine yersiz kullanmasından, ardından söyleyeceklerini tahmin ediverdim, “sizden hoşlanmayanlar var”.
— İnsan doğasında her türlü iğrenme var. Ya siz, Müdür Bey, sizin beni suçlamanız için bir neden var mı?
— Tam tersine; üstelik bunu iyi bilirsiniz. Ne var ki bu aralar dürüst insanların işi zor. Üstelik, şu son haftalarda kendinizden çok şey verdiniz, sizi iyice istismar ettim, bakarsınız sağlık durumunuz etkilenmiştir, belki de bir süre için kır havası almayı düşünseniz iyi olur, ne bileyim ben, iki ya da üç ay...
— Kendimi gayet iyi hissediyorum Müdür Bey, yolunda gitmeyenin ne olduğunu söylerseniz daha da iyi olacağım; siz de bilirsiniz ya, oteldeki işimi kendi rızamla bırakmam için güç kullanmak gerekecek.
Karşıma oturdu. Ardından bana attığı sarı dosyanın içinden “Lutetia Oteli”ne gönderilmiş, arka yüzünde gönderenin adının bulunmadığı, pulsuz ve damgasız, ticari boyutta bir zarfla iki fotoğraf düştü. Yerden hemen aldığım, büyük boyutta iki siyah-beyaz resim. Resimlerde otelin terası açıkça görülüyordu. Birincisinde, tepesinde Fransız bayrağı dalgalanan bir direğin önünde yan yana durmuş sivil bir Fransız’la bir Alman subayı görülüyordu; ancak fotoğrafın çekildiği açıdan bayrağı adamlardan hangisinin indirdiğini görmeye imkân yoktu. Hiçbir ışık olmaksızın gece çekilmiş, daha bulanık, daha kumlu olan ikinci fotoğraftaysa, üniformalarını giymiş ve mumlarla aydınlatılmış büyük bir ziyafet sofrasının çevresine oturmuş Alman subayları; yan tarafta da sürek avı kılığına bürünmüş, av borusu çalan bir adam.
— Bu sizsiniz, değil mi? Sizsiniz?
— Kim gönderdi bunu size?
— Benden daha iyi biliyor olmalısınız. İlgili şahıs sizsiniz, üstelik, polissiniz. Bu zarf iki gündür tıp merkezinde dolaşıyor.
Fotoğraflar soluğumu kesmişti. Karşı komşu? Ondan başkası olamazdı, beni sahte kanıtlarla işbirlikçi diye gösterecek derecede çaldığım müzikten nefret eden; üstelik, böyle bir şeyin beni en iyi ihtimalle birkaç yıl kodeste yatıracağı bir dönemde. En kötü ihtimalle de...
— Kendi açımdan, bu fotoğrafların hangi koşullarda çekildiğini biliyorum, diye devam etti, bana yardım etmek kaygısıyla. “Ne var ki bu aralar herkes ayrıntıları görecek durumda değil. Bu işin uzağa varmasından korkarım”.
— Teşekkürler, Müdür Bey, ama yerimden kıpırdamayacağım.
— Ne demek bu? diye endişelendi.
— Vicdan benim ve kendimi suçlamam için hiçbir neden yok. Hem de hiç. Şu sıralar gitmek, kaçmak olur. Kaçmak içinse hiçbir nedenim yok.
Müdür iki aynasızın yanına gitti. Berikiler bütün konuşma sırasında gölgede kalmış, hiç ses çıkarmadan dikilip durmuşlardı.
Beni onunla baş başa bıraktı. Vicdanımla. Ya da vicdanımdan geriye ne kalmışsa. En azından, iyiyi kötüden ayırmak, davranışımı pratik bir mantığa göre ayarlamak ve kendimi bir çeşit ahlak ölçüsüne göre yargılamak için yetecek kadarıyla. Dört yıl zarfında tavizden uzlaşmaya, uzlaşmadan da gizli anlaşmaya kayacak çok fırsatım olmuştu. Neden? Ötekiler gibi: Gücün çekiciliği, iktidarın yanılsaması, paranın tadı. Baştan beri aldırmadığım ne varsa. Aldığım eğitimle, girdiğim ve hâlâ içinde olduğum meslekle, haber almadan casusluğa, gammazlıktan jurnalciliğe geçmek için bin türlü fırsatım oldu. Neden mi geçmedim? Böyle bir şey yapılmaz da, ondan.
Kalabalık önünde heyecanla ilan edilen ve gözlerden uzakken ikiyüzlüce ayaklar altına alınan yüce ilkelerden çok, dayanmamı ve kendimi tutmamı bu sözcüklere borçluyum. Kendime özgü direniş yöntemime. Almanların Lutetia’ya el koymaları kimseye zarar vermemişti. Hizmetçiler hizmet ediyor, yöneticiler yönetiyor, karşılamacılar karşılıyordu. Tüm Fransa gibi, ya da en azından, neredeyse bütün Fransa gibi. Onuru kurtaranlar bu “neredeyse” diye adlandırılan belirsiz bölgede yaşıyor olsa da, bütün olarak bakıldığında, onurumuza leke sürecek hiçbir şey yapmadık. Sanırım, bir insanın onurunu yitirmeden nereye kadar gidebileceğini biliyorum artık.
İnsanların içindeki bu yoğun taşınma anlarında, babamın sesi peşimi bırakmaz, sonucundan yararlanmak istememek koşuluyla en büyük iyilikleri yapabileceğimiz gibi mantıklı deyişler yinelerdi. Direnişe yaptığım “hizmetler” ile böbürlenmek beni kendi gözümde onursuzlaştırırdı. Zaten, sessizlik bilgeliğin siperi değil midir?
Öyleyse, sessizlik!
Her öğleden sonra, hücre arabasının gelişini kaygılanmadan izleyemezdim. Araba kimliği belirlenmiş işbirlikçileri toplamaya gelirdi ya, her seferinde polislerin beni, kendini “ortaya atmış” beni tutuklamaya gelip gelmediklerinden korkardım. Hiç belli olmuyor, ama böylesi koşullarda böyle bir tanımlama insanı ölüme bile götürebilirdi; içinde kesin suçlamalar yerine ölümcül bir zehir taşıdığından. Genellikle söylentinin leş kokulu gübreliğinde biten imalar.
Aynasızlar sırtımda mırıldanırken, camlardan bir daha bakmak için ayaklandım. Parmaklıkların arkasındaki izleyici kalabalığının arasına yetişkin bir kızla küçük bir kız katılmıştı. İki kardeş. Her ikisi de ellerindeki EPSTEIN yazılı kartonları görülmesi için havaya kaldırmıştı. Bu pankartları tanınabilmek için hazırlarlarken, tabii eğer dönerse, annelerini tanımakta çok daha fazla güçlük çekeceklerini bir an bile düşünmemişlerdi. Tek kelime etmeden bekliyorlardı. Gardan bir otobüs geldi. Pijamalı hayaletler otobüsten inmeye başlayınca, kalabalık hareketlendi. Adamlarım kalabalığı tutmakta zorlandı. Her taraf kaynıyordu. Donup kalmış iki kızın dışında. Daha önce, annelerinin “bu sürü”nün içinde olamayacağını söylerken duymuştum onları. Anneleri gibi biri, asla.
“Onları tanıyor musunuz, Mösyö Édouard?”
Müdür ve iki aynasızın gölgeleri koridorda gözden kaybolurken, vardiyasına başlamak için gelen bir garson yanıma sokulmuş, burnunu cama dayamıştı.
— Kızları mı? Bir iki defa konuştum onlarla. Her gün gelip listelere bakıyorlar. Annelerinin ünlü bir romancı olduğunu söylüyorlar. Eğer eve dönmezse, hafızasını kaybettiğinden, Rusya’da ya da bir yerlerde bir hastanede kaldığından eminler... Çocukça şeyler. Annelerini bir daha görme ihtimalleri yok. Hiç yok.
— Neden öyle diyorsunuz, Mösyö Édouard?
— 1942’de sınır dışı edilmiş, öyle mi? Üstelik de astımlı! Düş görmemek gerek. Kızlardan büyüğü anladı; dönenler bu haldeyse... Annelerinin dönmeyeceğini iyice anlayınca, buraya bir daha gelmezler.
O günden sonra, yazarın iki kızı hiç görülmedi.

Kurtuluş dündü, ya da öyle bir şey. Devam etmesi iyi olurdu. Abartmayalım, havasının değil, ruhunun devam etmesi. Bu son on yılda o kadar çok şey, öylesine hızla birbirinin üzerine geldi ki, insanın başı dönmeden düşünmesi imkânsız.
Fransa’yı daha önceden tanımayan, yaşamanın tadını anlayamaz. Bir gün, birileri başka bir çağ hakkında buna benzer bir şey yazmıştı. Şaşıracaksınız belki, ama dönüp geriye baktığımda, her şeye rağmen ben de öyle hissediyorum. Yaşamanın belli bir tadı...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.