Komutan Alatriste

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Komutan Alatriste çoksatan kitapların yazarı Arturo Pérez-Reverte'nin tarihi roman dizisinin ilk kitabı. Roman 17. yüzyılda, İspanya'nın en güçlü olduğu zamanda Madrid'de yaşayan, savaştan yaralı dönmüş, hayatını kılıcıyla kazanan bir İspanyol'u anlatıyor. Alatriste, insanların alacaklarını toplamalarına yardımcı olur, yeri geldiğinde aldatılmış kocaların onurunu kurtarır, hatta yeteri kadar para verilirse adam bile öldürebilir.

Komutan Alatriste
Türk’ün Meyhanesi

Dünyanın en dürüst ya da en dindar adamı değildi, ama cesur bir adamdı. Adı Diego Alatriste y Tenorio idi, Flandr Savaşları’nda eski piyade alaylarında er olarak savaşmıştı. Onu tanıdığımda, üç beş kuruşa, daha çok kendi meselelerini halledecek kadar yürekli ya da maharetli olmayanların eften püften kabadayılık işlerine baktığı Madrid’de sürünüyordu. Bildik şeyler işte: Boynuzlanmış kocalar, kuşkulu miraslar ya da borçlar, yarısı ödenmiş kumar paraları gibi birtakım işler. Şimdi bunları eleştirmek kolay tabii; oysa o zamanlar İspanyol İmparatorluğu’nun başkenti, insanın geçimini, bir köşede, kılıç çeliklerinin pırıltısı arasında, vur kaç yaparak sağlamak zorunda olduğu bir yerdi. Diego Alatriste bütün bu işleri neşeyle hallederdi. İş kılıç çekmeye gelince pek becerikliydi, bazılarınca Viskayalı denilen, meslekten kavgacıların imdadına yetişen, o ince uzun kamayı solak taklidi yaparak daha iyi kullanırdı. Viskayalı bu, başka şeye benzemez, denirdi. Rakip zarif eskrim hareketleriyle kılıç yaraları açayım diye uzun uzun hazırlanırken, günah çıkarmaya bile vakti kalmadan, aniden, aşağıdan bağırsaklarına şimşek gibi kısa bir bıçak darbesi gelirdi. Evet. Zatıâlinize zor zamanlar olduğunu söylemiştim zaten.
Komutan Alatriste, işte bu yüzden kılıcıyla geçiniyordu. Öğrendiğime göre komutanlık gerçek bir unvan olmaktan çok takma adıydı. Eskiden kalma bir lakaptı: kral adına yapılan savaşlarda askerlik görevini yerine getirirken, bir gece yirmi dokuz arkadaşı ve gerçek bir komutanla birlikte, bir düşünün, vatan millet İspanya filan deyip bir Hollanda müfrezesine baskın yapmak amacıyla kılıçlarını dişlerinin arasına alarak, karda görünmemek için gömlekleriyle donmuş bir nehirden geçmek zorunda kalmışlar. O aralar düşman Hollandalılarmış, zira bağımsızlıklarını ilan etmeye kalkışmışlar, bak sen şunlara! İşin aslı sonunda yaptılar da, ama o arada bir hayli canlarını sıktık. Biz yine Komutanımıza dönelim; şafak vakti efendimiz kralın birlikleri, kendileriyle buluşmak için bir saldırı başlatıncaya kadar, orada, o nehrin kenarında, bentte ya da her ne haltsa orada beklemeleri düşünülmüştü. Sonuçta, mezhep sapkınları ağızlarını açma fırsatı bulamadan, usulünce bıçaklandılar. Dağ sıçanları gibi uyuyorlarmış, bizimkiler kemiklerini ısıtmak için sudan çıkmışlar ve o sapkınları cehenneme ya da lanet olası Lutherciler nereye gidiyorlarsa oraya göndererek soğuktan kurtulmuşlar. İşin kötüsü, sonra şafak sökmüş, gün başlamış, beklenen İspanyol saldırısı bir türlü gerçekleşmemiş. Generaller ve bizzat savaşan üstatlar arasında kıskançlık meseleleri, demişler sonradan. Kesin olan, gırtlaklanan arkadaşlarının öcünü almaya hazır Hollandalıların ortasında, küfürler, yeminler ve tehditler arasında otuz bir kişi orada kendi kaderlerine terk edilmiş. Erdemli kral İkinci Felipe’nin Yenilmez Donanmasından daha müşkül durumdalarmış. Uzun, zorlu bir gün olmuş. Zatıâlinizin bir fikri olsun diye şunu da belirteyim, akşam indiğinde, sadece iki İspanyol öte yakaya geçmeyi başarabilmiş. İşte Diego Alatriste onlardan biridir, gün boyunca birliği o yönettiğinden –asıl komutan, ilk çarpışmada sırtından çıkan iki karış çelikle, bütün görevlerinden azledilmiş– bu görevin sefasını hiç süremese de unvanı kaldı. Sırtlarını nehre verip birbiri ardına, pabucu pahalıya satarak ve güzel bir İspanyolcayla küfürler yağdırarak cehennem olup giden, ölmeye mahkûm bir birliğin, bir günlük komutanı. Savaşın ve girdabın işleri. İspanya’nın işleri.
Neyse. O gece geri dönen öteki İspanyol askeri de babamdı. Adı Lope Balboa idi, Guipuzcoalıydı, o da cesur bir adamdı. Diego Alatriste’yle babamın, nerdeyse kardeş denecek kadar iyi arkadaş olduklarını söylerler; herhalde öyleydiler zira sonra Komutan, babam Jülich siperinde bir arkebüz atışıyla öldürüldüğünde –Diego Velázquez, bu yüzden, çok daha sonra, gerçekten orada, Breda’nın Alınışı tablosunda atın hemen berisinde duran arkadaşı ve adaşı Diego Alatriste’yi resmetmiş ama babamı tablosuna alamamıştı–, delikanlılık çağına geldiğimde benimle ilgileneceğine yemin etmiş. Annemin, on üç yaşımı tamamlar tamamlamaz, bir çıkının içine bir gömlek, bir pantolon, bir tespih, bir parça da kuru ekmek koyup bir kuzeninin Madrid’e gelmesinden istifade ederek, beni Komutanla birlikte yaşamam için göndermesinin nedeni de budur. Babamın arkadaşına, kâh uşak kâh vale olarak hizmet etmeye başlamam işte böyle oldu.
Bir sır: Kendisini çok iyi tanıdığım için, bana hayat veren kişinin, beni onun hizmetine gönderirken eteklerinin zil çaldığından kuşkuluyum. Ama sanırım komutanlık unvanı, sahte de olsa, onun kişiliğine bir saygınlık havası katıyordu. Üstelik zavallı annemin sağlığı yerinde değildi ve karnını doyurması gereken iki de kız çocuğu vardı. Bu durumda hem evden bir boğaz eksiliyor hem de bana Saray’da şansımı deneme fırsatı veriliyordu. Böylece ayrıntılara pek takılmadan, beni elimde bizim köyün papazının yazdığı, Diego Alatriste’ye merhumla dostluğunu ve verdiği sözleri hatırlatan uzunca bir mektupla birlikte, kuzeninin yanına katarak postaladı. Hizmetine girdiğimde Flandr’dan döneli çok az olmuştu, Fleurus’ta yan tarafından aldığı feci bir yara hâlâ kapanmamıştı ve şiddetli ağrılara neden oluyordu; yeni gelmiş, çekingen, fare gibi korkak ben, geceleri yattığım ot şilteden, odasında bir türlü uyuyamadan bir aşağı bir yukarı dolaştığını duyardım. Zaman zaman ağrı girdiğinde alçak sesle kesik kesik şarkılar, türküler mırıldandığını, Lope’den mısralar okuduğunu ve ilendiğini veya durumu kabullenmiş ya da nerdeyse eğleniyormuş gibi kendisiyle ilgili yüksek sesle yorumlar yaptığını duyardım. Ahlaksız davranışlarıyla bilinen yaşlı bir adamın arada bir bu davranışlara teslim olarak eğlenmesi gibi, bir tür önlenmesi imkânsız bir şaka olarak başına gelen kötülük ve talihsizliklerin her biriyle teker teker yüzleşmek: İşte bu tam da bizim komutana özgü bir şeydi. Belki onun o sert, değişmez ve umutsuz mizah anlayışının tuhaflığının nedeni de buydu.
Üstünden çok uzun zaman geçti, tarihleri biraz karıştırıyorum. Ama size anlatacağım hikâye, üç aşağı beş yukarı bin altı yüz yirmi küsurlarda geçti galiba. Bu, Saray’da epeyce konuşulan ve Komutanın Türk’ten, Berberi korsanlardan ve Flandr’dan kurtarmayı başardığı derisine az kalsın yama yaptıracak duruma düşmesine değil, aynı zamanda hayatının geri kalan kısmında canını sıkacak bir çift düşman kazanmasına da mâl olan maskeliler ve iki İngiliz’in macerasıdır. Sözünü ettiğim kişiler, efendimiz kralın kâtibi Luis de Alquézar ve onun sinsi kiralık katili, o Gualterio Malatesta denilen İtalyan, arkadan vurmayı feci şekilde alışkanlık haline getirdiğinden, ezkaza alından vurduğunda yeteneklerini kaybettiğini düşünerek derin bir depresyona garkolan o tehlikeli ve sessiz kabadayı. O yıl benim de Kötülük denilen şey on bir on iki yaşlarındaki sarışın bir kızda ne kadar vücut bulabiliyorsa o kadar sapkın ve kötücül biri olan Angélica de Alquézar’a aptallar gibi ve sonsuza kadar sürecek bir aşkla tutulduğum yıldı. Neyse şimdi bunu anlatmanın yeri ve zamanı değil.

Adım Íñigo. Komutan Alatriste’yi, borçlarını ödemediği için kralın hesabından üç hafta geçirdiği, Saray’ın o eski hapishanesinden salıverdikleri sabah ağzından ilk benim adım çıkmıştı. Hesabından dedim ya, o lafın gelişi, zira dönemin bütün hapishanelerinde olduğu gibi, bu hapishanede de insanın tek lüksü kendi cebinden ödeyebildikleriydi. Komutanı, paradan puldan mahrum, kürek cezasına mahkûm etmiş olsalar da güvendiği bir sürü dostu vardı. Dolayısıyla biri olmazsa öbürü, mahkûmiyeti süresince ona yardım etti, Türk’ün meyhanesinin sahibesi Lebrijianalı Caridad arada bir benimle yolladığı sebze çorbaları ve arkadaşları Don Francisco de Quevedo, Juan Vicuña ya da bir başkasının ona ulaştırdığı birkaç parça İspanyol altını sayesinde daha katlanır hale geldi mahkûmiyeti. Diğer konulara gelince, yani hapishaneye has talihsizliklerden söz ediyorum, Komutan kendini korumayı herkesten iyi biliyordu. O zamanlar malum, kendi kader arkadaşlarının mallarını, giysilerini hatta çoraplarını hafifletmek gibi bir hapishane alışkanlığı vardı. Ancak Diego Alatriste Madrid’de epeyce tanınmış biriydi; onu tanımayanlarsa tedbirli davranmalarının kendi yararlarına olduğunu kısa sürede anlarlardı. Sonradan öğrendiğime göre, kodese kayıt olduktan sonra yaptığı ilk iş, doğrudan tutuklular arasındaki en tehlikeli şahsa gitmek, çok saygılı bir tavırla adamı selamladıktan sonra, gardiyana verdiği birkaç maravedi sayesinde yanında kalan kısa bir kasap bıçağını gırtlağına saplamak olmuş. Bu çok isabetli bir hareket olmuş. Zira ilkelerini böyle şaşmaz bir biçimde ilan edince, hiç kimse Komutanı rahatsız etmeye cesaret edememiş, o da bu sayede taşaklı adam ünüyle korunarak tesisin az çok temiz sayılabilecek bir köşesinde pelerinine sarınıp sakin sakin uyuyabilmiş. Daha sonra Lebrijana’nın sebze çorbalarının ve arkadaşlarının yaptığı yardımlarla gardiyana aldırılan şarap şişelerinin cömertçe dağıtılması muhitte ona sadakati sağlamlaştırmış, hatta ilk günkü serseri meselesinde, hani şu sokaklarda şamata yapsa da sık sık kiliseye giden ve kürek cezasına çarptırılan, maalesef adı ateşsıçan anlamına gelen Bartolo Cagafuego olan Kordobalı’nın öcünü alacak biri çıkmamış. Diego Alatriste’nin erdemlerinden biri de buydu işte: Cehennemde bile olsa dostluk kurabilirdi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.