İçli Dışlı - Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Metin Eloğlu’nun kitap ve sergi tanıtım yazıları ile eleştiri ve söyleşilerinin bir araya getiriliyor.
İçli Dışlı, Metin Eloğlu’nun, özellikle şiirlerinden bilinen, yeni kitaplaşan öyküleriyle de güçlenen, hem okurlar hem de eleştirmenler katında nerdeyse efsaneleşmiş “serseri” kişiliği hakkındaki yargıları değiştirecek gibi duruyor. Çünkü bu kitap, Eloğlu’nun alışılmış kimliğinden hiç beklenmeyecek ölçüde disiplinli olabildiğini, nitekim başta Güney olmak üzere çok sayıda dergide düzenli ve bir hayli fazla sayıda kitap ve sergi tanıtım yazıları, eleştiriler yazmış, özellikle dostu şairlerle hem keyifli hem bilgilendirici söyleşiler yapmış olduğunu gözler önüne seriyor.
İçli Dışlı, okurlara da edebiyatçılara da hem tanıdık hem de yepyeni bir Metin Eloğlu sunuyor.

Tiyatro İşi

İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda çok kötü bir piyes seyrettim geçen akşam. Konusunu bir yana bırakalım, dil bakımından, yapı bakımından da iler tutar yeri yok. İhanetler, namus pazarlıkları, ağlamalar, bayılmalar falan yerli yersiz sıralanmış. Al sana, denmiş ilhamını bugünkü toplumun deli bozuk düzeninden alan telif bir tiyatro şaheseri! Çok daha güzellerini Arap filmlerinde elli defa seyretmişsinizdir.
Şaştım kaldım. Bunları İstanbul’un biricik tiyatrosuna kim yakıştırır; sıra bekleyen bunca değerli eserin içinden ne maksatla seçip oynatırlar? Bu işte kimler yetkili, kimler sorumludur? Kim kime dum duma dünyası elbet... Böyle bilmecelerin hallini, ilgili makamlara bırakmak gerek!
Gelgelelim içime bir kurt düştü; acaba halkımız bu piyesi tutacak mı diye... Hani, Paydos, Yaprak Dökümü, Yayla Kartalı, ne kıyametler koparmıştı... Yediden yetmişe kadar hepimiz tiyatrolara koşmuş, Manakyan’a, Naşid’e, Dümbüllü’ye olan alışkanlıklarımızla güle ağlaya hoşça vakit geçirmiştik.
Ama, dedim, kendi kendime; ne desek boş, halk onları seviyor, tâ Edirnekapı’dan, Kasımpaşa’dan, Üsküdar’dan kalkıp da bu bağırıp çağırmaları işitmek, bu pîr aşkına ölmelere, dirilmelere şahit olmak için geliyor. Üstümüzde naylon urbalar, kulağımızda atom dedikoduları, hâlâ 1001 gece masallarına özeniyoruz.
Genç yazarlarımızın bu külüstür, bu basma kalıp şeylerden hem kat kat üstün, hem de yeni bir zevk ve görüş getiren eserlerinin tutmayışına bak bak üzül! En kabadayısı sahnede bir ay kalabiliyor. O da alkışsız falan!
Ama üzülmekle, “Ne yapalım, halkın tiyatro zevki bu eserlere göre ayarlanmış, elbet günün birinde biz de seviliriz, ilgi toplarız” deyip işi zamanın ağır aksak yapıcılığına bırakmakla istenen sonuç elde edilmez ki... Mücadeleye girişmek, bu kof nesnelerin bir aşağı bir yukarı piyasa etmelerine karşı komak lâzım. Şiir üzerine bunca yazılar yazıldı; az çok meram anlatıldı. Şimdi sıra tiyatroya gelmiş gibi... Tek tük de olsa, son yıllar içinde ortaya çıkan umut verici yazarlarımız var. Güngünden çoğalacakları da belli. Şunun bunun esirgemesini beklemeden, ömrü üç günlük ilgilere sığınmadan bir şeyler yapılmalı artık. Tiyatro mu kurulacak? Elbirliği ile çalışıp temelini atmalıyız. Gereken araçları yok canımızdan bulup buluşturmalıyız. Bu, dinlenme günlerinin cansıkıntısı yüzünden likör içer, iskambil oynar gibi kaleme alınmış gevezeliklerin dalına binmek mi lâzım? Gücümüzün yettiği kadar yazmalı, çizmeli, halkımızı bu modası geçmiş oyunların körletici etkisinden kurtarmalıyız. Duyulduğu kadar duyulur, inanıldığı kadar inanılır.
Bakın onlar son nefeslerinde bile boş durmayıp, genç sanatçıya, genç esere takacak bir kulp arıyorlar. Bir yanda anket açar, çevrelerindeki aynı hamurdan kimselere sizi inkâr ettiri ettiriverirler. Jübileler falan hazırından tertip olunur. İncir çekirdeği doldurmaz nesnelerden her nasılsa kazanılan şöhret, her vesile ile tazelenir. Siz hâlâ kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, umutla çalışıp didinirsiniz.
Aylardan beri bir salon arayan aktör arkadaşlar biliyorum. Bulamadılar. Halbuki iş görecek, verimli bir Türk tiyatrosu kurabilecek kimselerdi. Öksüzlükleri yüzünden yoruldular; hızları tavsamak üzere...
Şu birleşememek, kuvvetli bir bütün halinde ortaya çıkmamak yok mu; dertlerimizin başında geliyor.
Unutulmadı tabii; bir zamanlar da aynı çorap şiirin başına örülüyordu. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya Ortaç kral gibiydiler. Dedikleri dedik, çaldıkları düdüktü. Hani ne oldu? Kimin dilinde kaldılar bugün, kime meram anlatabiliyorlar.
O manolya resimleri, şampanya bardağı, konca gül, Tarabya sahilleri, Adaların ıssız tenha yolları, Çallı İbrahimlerimiz, Feyhaman beylerimiz nerede? Kervana karışamadılar, bu güne yetişemediler elbet! Gençlik ateşi sönünce, yüce emeklerinden ekmek çıkmayınca bu alandan çekiliverdiler. Geride kalan üç beş tane hayran da, ne halleri varsa görsünler!
Tiyatro işinde de bu örnekleri göz önünde tutarak cedelleşmeliyiz. Yoksa bu nefessizlikten doğan semeresiz gayretlerin fi tarihine kadar sürüp gitmesi memleketin zararınadır. Priestley’in bir sözü var hani; eklemeden geçmeyeyim: “İyi yazılmış bir tiyatro eseri, iyi oynanırsa iyi niyetli bir siyaset adamının elli demecinden daha çok iş görür...”
Ocak 1950
Fikirler, Yeni Seri S. 34, Nisan 1950, s. 11-12

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.