Hotel Glasgow

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Hayatlarımız bize verilmiş bir durum, kaldığımız bir oteldi…”

Bir insan, adını mutsuzlukla özdeşleştirildiği bir şehre, kısa bir ziyaret için bile olsa, neden döner? Oradan başka bir yere uçunca neden gene aynı şehrin adını taşıyan bir otele yerleşir? Ve bu soruların cevabını aramak yerine neden yıllar önce çevrilmiş iki film ve yaşanmış bir dizi hayatla ilgilenmeye başlar? Glasgow ve Paris, Bertolucci’nin "Son Tango"suyla Antonioni’nin "Yolcu"su, Maria Schneider, Marlon Brando, Sorbonne’da öğrenim görmüş ‘’terörist’’ Angela Davis ve elli iki yaşında Fransa’da ölen siyah romancı Richard Wright. Hotel Glasgow ‘’hayatın ortasında’’ oldukları yeri kabullenemeyip başka bir yerde başka bir kimliğe bürünmek isteyenlerin hikâyesi. Şavkar Altınel’den hem daha önceki kitaplarından farklı bir çizgi izleyen, hem de onları tamamlayan yeni bir kitap.

Yeni Bir Başlangıç

Şavkar vagonun kirli penceresinden, ileride ilk sosyal konutların belirdiğini görünce yolculuğun sonunun yaklaştığını anladı. Günlerdir süren sıcak dalgasının neredeyse beyaza dönüştürdüğü göğün altında yükselen ince, uzun gri yapılar, eski, soluk bir fotoğraftaymış gibi, olduklarından da harap duruyordu. Hareket ettiğinden beri temposunu değiştirmeyen tren son bir gayret gösteriyormuşçasına birdenbire hızlandı. Güneşte parlayan metal fıçıların ya da hurda yığınlarının durduğu, tel örgüyle çevrili açık depoların, yüzleri yıllar önce kararmış kumtaşı apartmanların, bu saatte bile içinde birilerinin içtiği görülebilen “pub”ların arasından geçtiler. Tekrar yavaşlayıp bir tünele girdiler; iki yandaki duvarları oluşturan tuğlaların seçilmesine izin veren hıza indiklerinde İskoç aksanlı makinist boğuk bir anons yaptı, günışığına ortalıkta kimsenin olmadığı peronlar arasında çıktılar, kayarcasına on-on beş saniye daha ilerleyip sarsılarak durdular.

Sıcakla birlikte günlerden Pazar olması da bir yerden bir yere gidenleri azalttığı için trenden inen bir avuç yolcu, çevreyi hareketlendirmek yerine, ölgünlüğünü bir kat daha ortaya çıkartmış gibiydi. Şavkar tekerlekli valizini arkasından çekerek yürüdü, “Queen Street Garı’na Hoşgeldiniz” yazan levhanın altında eskiden bekleyen üniformalı görevlinin yerini alan elektronik engele biletini sokup camlı çatısından içeri dolan aydınlık nedeniyle gerçekte kapalı bir alan olduğu fark edilmeyen yolcu salonuna girdi. Başını kaldırdığında, neredeyse çeyrek yüzyıldır ayak basmadığı şehir garın tam karşıdaki büyük kapı boşluğunun ötesinde onu bekliyordu.

Başlangıçta Chicago’daki üniversite günlerinin ardından lisansüstü öğrenim için geldiği Glasgow’da bu süreç tamamlandıktan sonra da kalıp toplam on üç yıl yaşamış, ama seksenli yıllar biterken Londra yakınlarına taşındıktan sonra arada bir onu İskoçya’ya geri getiren yolculuklara çıkmasına rağmen, buraya bir daha hiç dönmemişti. Şimdi de yalnızca gene İskoçya’nın başka bir köşesinde tamamladığı böyle bir yolculuğun peşinden bu sefer Kıta Avrupası’na da gideceği ve bu da en kolay Glasgow üzerinden gerçekleştirilebildiği için buradaydı. Bir tam gün bile kalmayıp sabah erkenden Paris’e uçacaktı.

Bir büfeyle bir gazete bayiinin dışında salonun çevresindeki bütün satış yerleri gibi, valizini bırakmayı planladığı emanetçi de kapalıydı. Queen Street’in aksine, yalnız İskoçya içinde işleyen trenler için değil, İngiltere’ye gidip gelen ekspresler için de kullanılan Merkez Garı fazla uzak olmadığından şansını bir de orada denemeye karar verip çıkışa yöneldi. Geniş basamaklardan şehrin ana meydanı George Square’e indi, bir an durup bir uçtaki dev Belediye Sarayı’nın Viktorya dönemi için bile aşırı olan mimarisine baktı, sonra sırtını meydana döndü, güneş şapkasını başına geçirip West George Street’te yürümeye başladı.

Viktorya dönemi mimarisi burada da sütunları, kabartmaları, kuleleri ve gotik pencereleriyle devam ediyordu. Köşeye gelince saptığı, yayalara ayrılmış alışveriş caddesi Buchanan Street’te Şavkar’ın zamanında, büyük mağazaların arasında, kendi kökleri de Viktorya’nın günlerine uzanan tek tük sigorta şirketleri ve hukuk büroları olmuştu. Ama şimdi yalnızca mağazalar vardı ve bunlar Şavkar’ın hatırladıklarından hem daha lüks, hem de daha özelliksizdi. Tüketim kültürünün sonunda Glasgow’a da ulaştığını kanıtlayan bir şekilde uluslararası markaların satış yerleri cadde boyunca uzanıyordu. Geniş yolun ortasında da, alışverişten yorulanların dinlenebileceği kaldırım kahveleri açılmıştı, ama kavurucu sıcakta küçük masalarda oturan yoktu.

Sağa sapıp onun da ilk yarısının yayalara ayrılmış olduğu Gordon Street’e girdi. Bir dizi başka yeni mağazayı geçip trafiğe açık bölüme ulaştığında Merkez Garı’nın önündeki taksi durağında gözüne ilişen araçlar beyazdı. Şehrin siyah “İskoç” taksilerinin (Şavkar “İngiliz” olarak düşündüğü her şeyin milliyetçiliğin kol gezdiği İskoçya’da “İskoç” olarak nitelendirilmesi gerektiğini Glasgow’da yaşamaya başlar başlamaz öğrenmişti) artık bu renge bürünmüş olduğu anlaşılıyordu.

Garın Queen Sreet’inkinden daha büyük olan yolcu salonu ondan daha fazla dolu değildi. Burada da camlı çatıdan süzülen tozlu ışıkta beş-on kişi, başlarını kaldırmış, peronların üstünde dizili, tren saatlerini gösteren levhalarda yer alan, karanlık Britanya kışları için tasarımlandıklarından şimdi silikleşmiş sarı elektronik yazıları sökmeye çalışıyordu. Tipik gar uğultusu da yerini yukarıdaki eski demir kirişlerin arasında güvercinlerin zaman zaman kanat çırptığı bir sessizliğe bırakmıştı. Ama, umduğu gibi, emanetçi açıktı. Kendisine ait olduğuna ve başka birisinin verdiği bir eşya ya da herhangi bir elektronik cihaz içermediğine dair bir beyan imzalayıp çıplak kolları dövmelerle kaplı genç bir çocuğa teslim ettiği valizinin arkadaki raflardan birine yerleştirilmesini izledi. Dışarı çıkıp yakındaki büyük metro istasyonuna doğru yürüdü.

On dokuzuncu yüzyılda şehirde yeraltı ulaşımı için ilk kullanılan vagonlardan birinin, bilet gişelerinin karşısındaki duvarın önüne dekor olarak konulmuş olduğunu hatırladığı tam boy maketi hâlâ yerinde duruyordu. Şavkar, metronun bu en eski haline tanık olmasa da, en fazla bir ya da iki sonraki haline ait olması gereken ahşap gövdeli kırmızı trenlerin son günlerine yetişmişti. Her şeyin genel köhneliğinin içinde bile bu alabildiğine hırpalanıp çürüme aşamasına gelmiş taşıtlar 1976’da Glasgow’a ilk geldiğinde aklında yer eden ayrıntılardan biriydi. Çok geçmeden metro kapatılmış ve birkaç yıl süren bir çalışmayla baştan aşağı yenilenip dönemin zevkini yansıtan turuncu metal trenler ve yerlerin bej parke taşları, duvarların da daha açık bej fayanslarla kaplı olduğu, kahverengi tavanlı istasyonlarla geri dönmüştü. Biletini alırken gördüğü bir ilanın bildirdiğine göre, şimdi bu istasyonların bazıları da yenilenmekteydi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.