Göstergeler İmparatorluğu

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Göstergeler İmparatorluğu, göstergelerden kurulu bir kültürü (Japon kültürünü) kendine özgü bir ustalıkla yorumlayan Barthes'ın bu eseri Tahsin Yücel'in çevirisiyle Türkçede.

Orada

Düşsel bir halk tasarlamak istersem, ona uydurma bir ad verebilirim, onu açıktan açığa romansı bir nesne olarak ele alabilir, düşlemimde hiçbir gerçek ülkeye gölge düşürmeyecek biçimde, yeni bir Garabagne ülkesi* kurabilirim (ama yazının göstergelerinde bu düşlemin kendisine gölge düşürmüş olurum o zaman). Bir de, hiçbir biçimde en ufak gerçeği gösterme ya da çözümleme savında bulunmadan (Batı söyleminin büyük edimleridir bunlar), dünyada bir yerlerde (orada) birtakım çizgiler (yazısal ve dilsel sözcük) saptayabilir ve bilinçli olarak, bu çizgilerle bir dizge oluşturabilirim. İşte bu dizgeye Japonya diyeceğim.

Öyleyse Doğu ile Batı tarihsel felsefesel, ekinsel, siyasal açıdan birbirlerine yaklaştırılmaya ya da birbirleriyle karşıtlaştırılmaya çalışılacak birer “gerçek” olarak ele alınamaz burada. Bir Doğu özüne aşkla baktığım yok, Doğu beni ilgilendirmiyor, yalnızca bir çizgi birikimi sunuyor bana, bu birikimin eyleme geçirilmesi, bulgulanmış oyunu, bizimkinden tümüyle kopuk, işitilmedik bir simgesel dizge düşüncesini “okşamamı” sağlıyor. Doğu’nun ele alınışında amaçlanabilecek olan şey, (gözümüze çok çekici de görünseler) başka simgeler değil, bir başka doğaötesi, bir başka bilgelik de değil; simgesel dizgelerin özelliğinde bir fark, bir değişim, bir devrim olanağı. Bir gün kendi karanlıklığımızın tarihini yazmak, kendi özseverliğimizin (narcissisme) yoğunluğunu ortaya çıkarmak, yüzyıllar içinde bazı bazı işitebildiğimiz birkaç farklılık çağrısını, ister istemez bunları izlemiş olan ve Doğu’ya ilişkin bilgisizliğimizi bildik diller (Voltaire’in, Revue Asiatique’in, Loti’nin ya da Air France’ın Doğu’su) yardımıyla yumuşatmaya yönelen düşüngüsel düzeltmeleri elden geçirmek gerekir. Bugün Doğu’dan öğreneceğimiz binlerce şey var kuşkusuz: geniş mi geniş bir bilgilenme çalışması zorunlu, ileride de zorunlu olacak (gecikmesi ancak düşüngüsel bir örtmeciliğin sonucu olabilir); ama şurada burada uçsuz bucaksız gölge kuşakları (anamalcı Japonya, Amerikan ekininin benimsenmesi, teknik gelişme) bırakmaya boyun eğilirken, incecik bir ışık çizgisinin de başka simgeler değil, simgeselin çatlama çizgisinin ta kendisini araması gerek. Bu çatlak, ekinsel ürünler düzeyinde beliremez: burada sunulan şey Japon sanatının, Japon kentçiliğinin, Japon mutfağının malı değil (en azından böyle olmaması umulmakta). Yazar hiçbir zaman, hiçbir anlamda, Japonya’nın fotoğrafını çekmedi. Daha çok bunun tersi olmalı: Japonya onu sayısız ışıltılarla benekledi; daha da iyisi: Japonya onu yazı konumuna getirdi. Bu durum da kişinin kimi sarsılmalarının, eski okumaların tersine dönüşünün, nesne hiçbir zaman anlamlı, çekici olmaktan çıkmadan, anlamın bir sarsılışının, yeri doldurulamayacak bir boşluk noktasına gelinceye dek parçalanıp tükenişinin gerçekleştiği durumun ta kendisi. Gerçekte, yazı da, kendi yordamınca, bir satoridir: satori (Zen’de olay) bilgiyi, özneyi sarsan az ya da çok güçlü (hiç de görkemli olmayan) bir yer sarsıntısıdır: bir söz boşluğu gerçekleştirir. Yazıyı oluşturan da bir söz boşluğudur; Zen’in her türlü anlamdan bağışık bir durumda, bahçeleri, devinileri, evleri, demetleri, yüzleri, şiddeti yazmakta kullandığı çizgiler buradan yola çıkar.


Bilinmeyen Dil

Düş: yabancı (yaban) bir dili tanımak, gene de anlamamak: onda farkı ayrımsamak, ama dilin yüzeysel toplumsallığının, iletişimin ya da bayağılığın bu farkı hiçbir zaman kapatmaması; açıklıkta yeni bir dile yansımış olarak, bizimkinin olanaksızlıklarını tanımak; tasarlanamazın dizgesel düzenini öğrenmek; başka düzenlemelerin, başka sözdizimlerin etkisi altında kendi “gerçeğimizi” bozmak; sözclemde öznenin işitilmedik konumlarını bulgulamak, ilingesinin yerini değiştirmek; tek sözcükle, çevrilemezin içine inmek, hiçbir zaman yumuşatamadan sarsıntısını duymak, içimizde tüm Batı sarsılıncaya ve baba dilinin, bize babalarımızdan gelen ve bizleri de birer baba ve tarihin “doğa”ya dönüştürdüğü bir kültürün sahipleri yapan dilin hakları yerinden oynayıncaya dek. Aristoteles felsefesinin başlıca kavramlarını bir bakıma Yunan dilinin başlıca eklemlenimlerinin zorunlu kıldığını biliyoruz. Bunun tersine, çok uzak bir dilin bize ışıltılarla esinleyebileceği indirgenmez farklılıkların bir görüsüne ulaşmak ne rahatlatıcı bir şey olur. Sapir ya da Whorf’un Chinook, Nootka, Hopi dillerine, Granet’nin Çinceye ilişkin bir bölümü, bir dostun japoncaya ilişkin bir sözü, romansının ta kendisinin kapısını açar, ancak birkaç çağdaş metin bir görüş verebilir bu konuda (hiçbir roman veremez), böylece sözümüzün (sahipleri olduğumuz sözün) önceden sezmemize de, bulgulamamıza da hiçbir zaman, hiçbir biçimde olanak vermeyeceği bir görünümü görmemizi sağlar. 


Böylece, Japoncada, işlevsel soneklerin çokluğu ve “sonasığınık”ların* karmaşıklığı, öznenin sözcelemde önlemlerle, baştan almalarla, gecikme ve üstelemelerle ilerlemesini içerir, bunların son oylumu da (o zaman basit bir sözcük çizgisinden sözedilemez artık) özneyi tümcelerimizi dışarıdan ve yukarıdan yönlendirdiği varsayılan şu dolu çekirdeğe değil, sözden boşalmış bir kocaman kılıfa dönüştürür, böylece bize bir öznellik fazlalığı gibi görünen şey (Japoncanın saptamaları değil, izlenimleri ilettiği söylenir) daha çok bir sulandırma biçimi, öznenin sonunda bir boşluk olup çıkıncaya dek bölünmüş, ufalmış, ufalanmış bir dil içinde kan yitirmesidir. Ya da şu: pek çok dil gibi Japonca da canlıyı (insan ve/ya da hayvan) cansızdan ayırır, özellikle de olmak eylemleri düzeyinde; (bir varmış bir yokmuş türünden) bir öyküye sokulan düşsel kişiler cansız belirtisini alır; bizim tüm sanatımız roman kişilerinin “canlılığını”, “gerçekliğini” kesinlemek için soluk tüketirken, japoncanın yapısı bu varlıkları ürün niteliklerine, öncelikle göndergesel şaşırtmacadan: canlı nesne şaşırtmacasından gösterge niteliğine getirir ya da bu nitelikte tutar. Ya da, daha kesin bir biçimde, dilimizin tasarlamadığını tasarlamak söz konusu olduğuna göre, örneğin bilen özneden ve bilinen nesneden yoksun bir bilme edimi gibi, aynı zamanda hem öznesiz, hem yüklemsiz, gene de geçişli bir eylemi nasıl tasarlayabiliriz? Oysa Çinlilerin ch’anının ve Japonların zenininkökeni olan Indu dhyanası karşısında bizden istenen imgelem budur. Hiç kuşkusuz, bu dhyana kavramı işin içine özneyi ve tanrıyı katmadan düşünümle çevrilemez: kovun, geri gelirler, dilimizin üstüne binmişlerdir. Bu olaylar ve daha birçokları, hiçbir zaman kendisiyle ona karşı çıkmaya kalktığımız (araçsal bağıntı) dilin sınırlarını düşünmeden toplumumuza karşı çıkmak istemenin ne denli gülünç olduğunu gösterir bize: kurdu rahatça ağzının içine yerleşerek yok etmek istemektir bu. Şaşırtıcı bir dilbilgisinin bu alıştırmaları en azından sözümüzün içerdiği düşüngüye kuşkuyla bakmamıza yardımcı olur.

 

 

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.