Görmek ve Yazmak - Bir Mimar ile Bir Yazar Tartışıyor

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Biri yazıyor, öteki inşa ediyor. Birbirlerini yirmi yıldır tanıyorlar ve ortak tutkularından konuşuyorlar: Şiir, mimarlık. Konuşma 11 Eylül olayıyla başlıyor ve onu bir gayya kuyusu gibi açılan sorgulama izliyor: O gün nasıl bir yıkıma tanık olundu? Bu dünyanın sonu mu? Peki hangi dünyanın?

Biri ortaya bir öneri atıyor, öteki yanıtlıyor, biri konuyu baştan alıyor, öteki kanıtlarını sunuyor. Dil olmadan düşünülebilir mi? Sokak neden ve nasıl ortaya çıktı?

Apollinaire’le Picasso nasıl tanıştı? Müzikle mimarlığın özü aynı mıdır?

Kimi zaman Çin’den, kimi zaman Rimbaud’dan söz eden bir yazarla bir mimar ortak bir dili aşıp şiirli, müzikli bir uzam yaratıyorlar birlikte. Tıka basa dolu bir söylem...

Philippe Sollers her zaman için baş döndürücü biçimde özgün olanı savunmuştur. Guerre du Goût’da, tehdit altındaki bir azınlıktan, tüm zamanlardaki yaratıcılardan söz eder. Yazı, müzik ve resim tutkunu olan bir sihirbaz, yeri geldiğinde tarihin akışını değiştiriverir, kıvılcımlar yaratır; “başka türlü varolan özgünler”dir bunlar. Çoklu bireysellikler ve kendisinden uzaklaşan çokluk. Bitip tükenmek bilmeyen bir araştırma; yeri doldurulmaz varlık nereden gelip nereye gider, yaşamının, gücünün ve hassaslığının anlamı nedir? Demek ki mimarlıkta uluslararası biçem olarak adlandırılan şeyin tersi. Kentteki karmaşıklığa çekidüzen vermiş, karmaşayı ortadan kaldıran bir biçemdir o. O kent ki öylesine devinimli, her bakışta değişiveren. Christian de Portzamparc’ın herhangi bir yapı inşa ettiği nokta; rüzgârın geçişi, gökyüzünün varlığı, bir yumuşaklık, ötekinin keşfine bir çağrı, özel, biricik bir şeyler, içinde herkesin varolabileceği uçarı, açık bir özgünlük; uzamın açıldığı mimarlık dışında neredeyse bir hiçlik etki etmiş oraya; hep olağanüstü olan şey: kimi zaman birlikte olmanın verdiği mutluluk. Beklenmediği anda tam da orada, kentte, çağdaş lirizm olabilecek; onun bir heyecana dönük, gerilmiş bir yay gibi duran III. çağı olabilecek bir şey. İşte bir mimarla bir yazar arasında geçen konuşmalar: İki arkadaş tartışıyor ve akla hemen Baudelaire, “dev gibi kentlere girip çıkan” “yalnız ve düşünceli gezgin” geliyor. Birden Çağdaş Yaşamın Ressamı’nda bulunan şu düşünceyi alıntılamak istiyor insan: “Görme yetisine sahip pek az insan vardır.” Görme yetisi. Burada, konuşmada, ortaya atılan konu “şeylerin karşısındaki şaşkınlık”. Christian de Portzamparc heyecandan söz ediyor: “Heyecan olmazsa, fazla düşünce çıkmaz.” Kent konusunu irdeleyenleri yakından ilgilendiriyor bu, çünkü kent tasarının, düşüncenin ve düşün deneyimlendiği bir kaygı örgesine dönüştü. Böyle bir tartışmanın asıl ilginç yanı izlenen yolları ve geçip giden zamanı açığa çıkaran bu yaklaşımda yatıyor. Bir geçit mimarlıkla yazı arasında yankı yapan bir görünge açıyor: uzamın duyarlı deneyimi. Dolayısıyla, kuram yok, sorgulama sıçraya sıçraya ilerliyor, sözcüklerle bakışa, görünür olana, düşünceye, dile eşlik ediyor. “Alan ve formül” nasıl bulunacak peki? Ütopyalar ne olacak? Nasıl sürüyor bellek? Neden dönüşümler düşünelim ki? Hâlâ müdahale edilebilir mi? Nedir müdahale? Philippe Sollers Vision à New York’ta şöyle yazar: “Yazdıkça, daha çok görmeye başlıyorum.” Christian de Portzamparc’ın bir tasarı üstünde düşünürken “bir keskinliği trende” bir yerden başka bir yere taşıdığını söylemesinin altını çiziyor; pekâlâ içsel bir deneyim, “şiirsel bir deneyim” bu. Sorgulamanın gizli damarı belki de içinde şiirin bulunması, çünkü diyor Philippe Sollers: “İnsanlık artık şiirsel biçimde barınamıyor.” “Ozanın kentten kovulmasına yol açan şey.” Bu noktada büyük Baudelaire okuru Walter Benjamin’in Central Park ’ta yazdıklarını düşünüyor insan: “Şiirin asıl konusu duyarlılıktır.” Christian de Portzamparc Walter Benjamin’in kenti dünyayı anlamayı sağlayan çok önemli bir konu olarak ele aldığını anlatıyor. Dünyayı anlamak için mimarlığın durmadan duyarlı deneyimin gerçekliğine dönüp onu sınaması gerekiyor. Sürekli yeniden başlamak, uzamı tekrar tekrar deneyimlemek zorunlu: “Her durum özel bir dünyada tektir.” Philippe Sollers sorguluyor: “Şiirsel bir mimari içinde yaşamasına engel olunarak insanlığa ne yapılmaya çalışılıyor? İyiliklerinin istenmediği kesin!” Mimarlıkla kurulan bu duyarlı ilişki adına Zaman denen dev akıntıyı çalkalandırıyor ve ana konuya işaret eden bir soruyla Christian de Portzamparc’ın ardından gidiliyor: Dil olmadan düşünülebilir mi? Sözcükler gözlerin gördüğünü adlandırabilirler mi, hele dilin çizdiği resim tek başına araştırmayı ifade eder gibi gözükürken? Yanıt askıda kalıyor. Philippe Sollers Théorie des exceptions’da şunları yazıyor: “Bir yazar için coğrafya başka yazarların izlenmesidir. Belki de uzamla zamanı gerçek anlamda onlar yaşamış; gerçek anlamda mevsimlerin havasını solumuş, bedenlerin devinimini, evleri, çiçekleri, renkleri gözlemişlerdir.” Zaman düşüncesi ve onun her seferinde yeniden yazılan özgünlüğü, tartışma yine uzamla oluşturduğu bileşimler içinde çağdaşlık sorununu ele alıyor; tarihi ve zaten orada olanı silmek olanaksız, kaldı ki tam da bu zaten orada olanın canlılığında yatıyor müdahale etme olasılığı. Bir esrime olasılığı dünyadaki üzüntülerin ve onu daha da üzücü bir yer kılanların karşısında varolabilir. Felsefeci Hannah Arendt “düşünme uğraşı” konusunda çalışırken şunu belirtir: “Düşüncenin rüzgârının belirtisi bilgi değil; iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırma becerisidir. Ve bu felaketlerin önüne geçilmesini sağlayabilir.” Bu saptama asıl sorunun tam üstüne basıyor. Dışarıda, olumsuz durumlar tartışılıyor ölçüsüzce. 12 Şubat 1798’de, ozan Hölderlin kardeşine şöyle yazıyordu: “Yaşadığımız ortam ozanlara göre değil.” İki yüzyıl sonra, ozanlara göre olmayan bu ortam her zaman yok muydu, diye sorabiliriz kendimize. Peki o halde, her dönemde gerçekten dışlanmadıysa, ozanların yaşamasına elverişli ortam ne olabilir? Ondan altı ay önce Hölderlin dostu Neuffer’e de şunları yazmış: “Yalnızca kimi zaman coşkun bir ruhla kâğıt üstüne birkaç satır karalamaktan zevk alıyorum; ama sen de biliyorsun bu zevkin ne kadar gelip geçici olduğunu. Benim yaptığım işte elde edilen sonuçlar, yapıları gereği, insanın gücü hissedebilmesini olanaksız kılacak denli gizlerle dolu.” Coşkun bir ruh, evet, şiir yapısı gereği gizle doludur ve bir yerlerde asılı duran, her seferinde yeniden tutulması gereken iptir.

Hélène Bleskine

Fr. çev.: Orçun Türkay

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.