Erol Güney’in Ke(n)disi / Göçmen-Çevirmen-Gazeteci-Sevgili

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Erol Güney... 1914 doğumlu bir Rus Yahudisi... 1940’lı yıllarda tercüme dergisinde bir araya gelerek başlatılan kültür hareketinin yaşayan son temsilcisi... Unuttuğumuzu sandığımız bir gün bize kendisini hatırlattı... YKY tarafından yayımlanan Erol Güney’in Ke(n)disi, ne sistematik bir biyografi ne de günü gününe yazılmış anılar toplamı. Bir aydının ağzından, Göçmen – Çevirmen – Gazeteci – Sevgili özellikleriyle oradan buradan, şundan bundan ama sonuçta her şeyden söz eden içtenlik dolu bir geçmiş ve bugünün öyküsü. Kendisi, kedisi derken altmış yıllık bir “yazı” geçmişinin kişiler, kurumlar ve olaylar zinciriyle oluşturulmuş, bir solukta okunuveren “insan kokulu” dün-bugün geçişmesi...

Birinci Dünya Savaşı başlarken doğmuşum. Bu kanlı yirminci yüzyıl boyunca süren yaşamımın çok trajik olduğu düşünülebilir. Ama hiç de böyle olmadı. Benim yaşamımla karşılaştırıldığında, pek çok kimsenin anlatacak çok daha dramatik öyküleri vardı. Bunun için kendimi uzun uzun anlatmaya lüzum görmedim. 1917’de Rusya’daki ihtilâlden ve iç savaştan sonra on binlerce mülteci Boğaz’dan geçip İstanbul’a ulaştı. Bunlardan yalnız birkaç bini İstanbul’a yerleşti. Ben de bu şanslı kişilerden biriydim. O güzel İstanbul’da unutulmaz bir çocukluğum ve gençliğim oldu. İyi bir tahsil gördüm. İlk işim de hayatımın en ilginç ve en verimli işiydi: Hasan Âli Yücel’in büyük kültür hamlesinde küçük de olsa bir rol oynadım. Sevgili kedim Edibe de Orhan Veli sayesinde şöhret kazandı. Sonra hava değişti. Mesleğim de öyle. Ankara’da kaldım. Eski dostlarımla ilişkilerimi muhafaza ettim, ama Türkiye’de o zamanlar olup biteni gazeteci olarak yakından izledim. Herhalde fazla yakından izledim ki beni uzaklaştırmayı gerekli gördüler. Doğal olarak bu beni çok sarstı. Bütün dünyam yıkılır gibi oldu. Ama zamanla bunun da büyük bir felâket olmadığını gördüm. Türkiye’den ayrılmak, gazeteci olarak dünyaya açılmamı sağladı. Yalnız en büyük kaybım, dostlarımdan, sevgili İstanbul ve Ankara’dan mahrum olmaktı. 1990’da nihayet Türkiye’yi ziyaret etmeme izin verildi. Bu memleketin ve insanlarının tadını yeniden aldım, güzel günlerimi anımsadım. Ne yazık ki, çok sevdiğim arkadaşlarımın büyük bir kısmı artık hayatta değildi. Ama kalanlar ve yeni edindiğim dostlar sayesinde eski günlere dönmüş gibi oldum. Onlardan ayrı geçen 35 yılın sonunda, başıma gelenleri anlattığımda bana, “Bunları mutlaka yaz” dediler. Başta pek istemedim; sonra yavaş yavaş “Belki de haklıdırlar” diye düşünmeye başladım. Şimdi hayatta olmayan ve çok sevdiğim kişileri yeniden canlandırmak çok çekici bir fikirdi. Yalnız Türkçem paslanmıştı. Masa başına yalnız oturup böyle uzun bir işe başlamaya cesaretim yoktu. İşte tam bu sırada iki edebiyat tutkunu, Haluk Oral ve M. Şeref Özsoy beraber çalışmayı teklif ettiler. Ben zaten bütün çevirilerimi Türk diline hâkim olan dostlarımla yapmıştım. Ve onlarla geçirdiğim uzun saatlerden çok güzel hatıralarım kalmıştı. Şimdi bu teklif sayesinde içimde aynı arzular uyandı. Ve ne iyi ki öyle oldu. Bu kitap için onlarla çalışırken hoş günler yaşadım. Bu kitapta her şeyden önce belleğimde kalan ve ilginç bulduğum olayları, fıkraları ve sözleri anlatıyorum. Karşılaştığım, tanıdığım, sevdiğim insanlardan da bahsediyorum. Sistematik bir kitap yapmaya gayret etmedim. Amacım içinde bulunduğum olayları, bazı ortak değerleri ve anılarımın geriye kalan benim için anlamlı izlerini kullanarak biraz da olsa aydınlatmaktı. Birkaç tanesi sayesinde okuyucularımız gülümserlerse ne iyi. Yaşadığımız zamanda herkesin gülümsemeye ihtiyacı var. Bu kitap siyasal bir yapıt değildir. Tabiî ki Ankara’da gazeteci olarak yaşadığım yıllarda çok şeyler oldu ve benim de onlar hakkında çok bilgim vardı. Yoksa beni uzaklaştırmaya gerek görmezlerdi. Ama ben onları çoktan unuttum. Elimde de hiç belge yok. Gördüğüm kadarıyla günümüzün tarihçileri o dönemi benden çok daha iyi anlatıyorlar. Ortadoğu’nun sonu gelmez trajedisi olan İsrail-Filistin bunalımı üzerinde de fazla durmak istemedim. Bu öyle karışık bir bunalım ki, ya uzun incelemelerden sonra sayfalarca bu trajedi üzerine yazacaktım ya da hiç bahsetmeyecektim. Bugün doğru gibi görünen tahlillerin, öngörülerin, kısa bir zaman içinde yanlış çıkacağını deneyimlerim bana gösteriyor. Yalnız şunu söyleyeyim; her iki tarafın da bu kanlı kavgada büyük kabahatleri oldu. İsrail en büyük hatasını Filistin nüfusu arasında yerleşim birimleri kurmakla yaptı. Çok yakınlarda vefat eden Arafat’ın hatası ise, Clinton’ın da desteklediği Ehud Barak’ın uzlaşma planını reddettikten sonra, karşı teklif yapmadan, kanlı ve en çok sivillere karşı yöneltilen bir intifadayı başlatmak oldu. Şimdi öyle görünüyor ki, her iki tarafta da halkın çoğunluğu, birbirinin yanında barış içinde yaşayan iki devlet çözümünü destekliyor. Ama o çözüme varmak için, ne kadar çok engel var. Bu engelleri aşmak mümkün olacak mı? Oysa ben bu işin nasıl biteceği belli olmadan önce bu dünyayı bırakmak istemiyorum. Severek, hayran olarak ve öfkemi koruyarak bir süre daha yaşamak istiyorum. Sevmek; çünkü bu uzun hayatımda yaşamın, sevgi olmadan anlamsız olduğunu öğrendim. Hayran olmak; çünkü doğada, sanatta, edebiyatta, şiirde, müzikte hayran olunacak çok şeyler var ve onlardan mahrum kalmak istemiyorum. Bir de dünyada insanların diğer insanlara yaptıkları zulümlere öfkelenmeye devam etmek istiyorum. Çünkü ancak bu şekilde gerçekten hayatta olduğumu hissedebilirim. Ve hayatın günümüzde görüldüğü gibi fazla değeri yoksa bile, yine de hayat değerlerin en büyüğüdür.
16 Haziran 2004, Sapanca

  • Hasan Tan

    23.11.2018

    Bir döneme ışık tutan, okuması keyifli harika bir anı biyografi. Baskısı kısa sürede tükendi bildiğim kadarı ile. Bu kitap okunduktan sonra insanlara da önerilecek ve hediye edilecek nitelikte. Ne yazık ki yeni baskısı bir türlü gelmiyor?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.