Billur Köşk Masalları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Masal budur işte!” dedirten bir kitap...

M.E.B. 100 Temel Eser Listesinde yer alan, Tahir Alangu’nun Anadolu masallarından derlediği Billur Köşk’teki masalların hepsini okumadıysak da, birini, üçünü, beşini mutlaka dinlemişizdir büyüklerimizden. Bir sultan, bir şehzade, neci olursa olsun bir genç vardır o masallarda.  Büyük sorunlarla uğraşır, devlerle, perilerle boğuşur, sonunda ulaşır muradına. İstanbul Padişahının kızı, Yemen Padişahının oğluyla didişir, erkek gibi yetiştirilen sultan sonunda devlerin ilenciyle şehzade olur, Alicengiz oyununu öğrenen genç darı olur, kendisini yemek isteyen ustası tavuk olunca da bir sansara dönüşür alt eder onu, öyle sabırlıdır ki bir genç kız, sabır taşını bile çatlatır...

Birbirinden güzel on dört masalın yer aldığı kitabın sonunda, Alangu’nun bir açıklama yazısı ve masalda geçen kimi sözcüklerin açıklandığı Küçük Sözlük de yer alıyor.

“Billur Köşk ile Elmas Gemi” adlı masaldan...

Bir varmış, bir yokmuş Tanrı’nın kulu çokmuş. Çok demesi yok demesi günahmış. Bir padişahın hiç çocuğu olmaz, olursa da yaşamazmış. Günlerden bir gün bu padişahın bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Babası ile anası saraydakiler, dışarıdakiler, köydekiler, kenttekiler, yazıda yabanda kim varsa herkesi bir telaştır almış, “Bu kızı nasıl olsa da yaşatsak?” diye tasaya düşmüşler. İşin sonunda padişah hekimlere, hocalara başvurmuş danışmış. Onlar da uzun uzadıya görüp kitaplar karıştırdıktan sonra padişaha: 

“Yerin altında gün girmez, dünya görmez bir mağara yaptırın. Varsın orada yaşasın da büyüsün. Ancak böyle olursa olur, başka çaresi yoktur.” demişler.

Padişah da çocuğu yaşasın diye çaresiz bu düşünceye uymuş, yer altında her yanı kapalı, yalnız tavanında bir küçük penceresi olan bir mağara yaptırmış. Yanına sütninesini, dadısını, halayıklarını katmış. Böylece bir düzen kurulmuş, bunlar gelir gider, nöbetleşe hanım sultanın işlerini yaparlarmış.

Günler, aylar, yıllar geçmekle bu kız büyüyüp gelişmiş, okuma yaşına gelmiş. Her gün aşağıya bir de hoca gönderir olmuşlar. Okumayı, yazmayı gerekli bilgileri öğrenmiş. Gel zaman, git zaman on beş yaşlarına erişip aklı uyanık, güzellikte benzeri yok, yetişkin bir kız haline gelmiş. Bir kusuru varmış, gün görmediğinden yanakları sarı güller gibi solgunmuş. 

Bir saray gibi dayalı döşeli bu mağarada, her istediği yerine getirildiyse de, eninde sonunda kızcağızın, canı sıkılmaya başlamış; yerinde duramaz, bir yerde oturamaz olmuş. Dört duvar bir oda içinde bilinmedik, görülmedik köşe mi kalır? Günün birinde aklına ta yüksekte, tavanın ortasındaki tepe penceresi düşmüş. Odada ne kadar masa, rahle varsa üst üste koymuş; bunların üzerine tırmanıp tepe camını kırmış. Başını dışarı çıkarınca ne görsün? Karşıda uçsuz bucaksız bir deniz. Üzerinde gemiler yürür, güneş vurdukça şavkı yalım yalım gözler alır. Daha beride yemyeşil ağaçlar rüzgârda salınır; üzerlerinde alacalı kuşlar cıvıl cıvıl ötüşür. Her yandan burcu burcu çiçek kokuları gelir. Bir bakar, göz açıp kapayasıya bunları görür; gözleri kamaşır, bir daha bakamaz olur. “Vay! Bu dünyanın dört adımlık bir altı varsa, dört bacaklı bir de üstü olurmuş...” deyip öylece bir zaman sesten sedadan kesilir, dalar gider derin düşüncelere ki, dibi bulunmaz.

Dadısı gelir bakar ki eşyalar üst üste yığılmış; mağaranın tepe camı kırılmış; kız da bir köşeye çekilmiş, derin düşlere, düşüncelere dalmış oturur. Telaşa düşen dadı:
“Aman! Bu eşyaları kim yığdı böyle; bu camları kim kırdı, deyince, hanım sultan derin uykulardan uyanır gibi silkinip;
“Üst üste koyan,
Üstüne çıkan,
Camları kıran,
Zavallı sultan!”

benim... Bu dünyanın üstünde bir başka dünya daha varmış. Parıltısı gözlerimi, güzelliğiyse hem aklımı hem gönlümü aldı. Aman, beni bu dar yerden çıkarın; yoksa kendimi öldürürüm...” diye keser atar.

Dadı bunları duyup, bu halleri görünce yüreği korkuyla çarpa çarpa padişaha koşup ayaklarına kapanmış. Olup bitenleri, hanım sultanın dediklerini bir bir anlatmış. Bunun üzerine, padişahı almış bir telaş... Hemen hekimleri, hocaları, danışmanları çağırmış; bunlar kızı muayene etmişler; baş başa verip danışmışlar; derin derin düşünmüşler. Sonunda bir kararda birleşip: 
“Padişahım, bu kızı artık dışarı çıkarın ama birden olmasın; gözü gönlü pek yorulmasın. Her gün biraz gezdirir, yine mağaraya indirirsiniz. Bu dünyaya alışıncaya kadar sürdürürsünüz bu işi.” diye kararlarını bildirmişler.

Artık her gün dadısı hanım sultanı alır, sarayın bağlarında, has bahçelerinde dolaştırırmış. Gitgide kızcağız dünya yüzünün havası ile güneşine, suyu ile toprağına, canlısı ile cansızına iyice alışır olmuş.

Günlerden bir gün, gül bahçesinde gezinirken engin denizi görüp bir süre düşünmüş; sonra, padişah babasının yanına gelip:
“Ey benim şevketli babam! Şu görünen denizin üzerine billurdan bir köşk yaptırasın. İçini altından, gümüşten dökülmüş, mücevher kakmalı eşyalarla, sırmalı atlas kumaşlar, ipek halılarla döşeyesin. Budur senden gönlümün dileği.” diye ağlamış, yalvarmış. Padişah da:
“Aman benim sultan kızım, seni ne dilekler, nasıl emeklerle bugüne getirdiğimi unutmadım. Dilediğin köşk, saray, eşya olsun. Hazinelerim uğruna dökülsün, saçılsın...” demiş. Hemen mimarlara, ustalara emirler salıp hazırlığa girişmişler. Kervanlarla, uzak bir doğu ülkesinin bilinmeyen dağlarından çıkarılmış saf, billur kayalar getirtmişler. Denizin tam orta yerinde yapıya başlanıp tam bir yıl, başta padişah, ardında bütün ileri gelenler, her işi bir yana bırakarak, yalnızca bu işle uğraşmışlar; aralıksız çalışmışlar. Köşkün yapımı tamam olunca padişaha haber gönderilmiş; hep birlikte bütün halk derya kenarına gitmiş. Bakmışlar ki, görenin gözleri kamaşır... Dil ile tarifi mümkün değil. Deniz ortasında yıldır yıldır parlayan bir Billur Köşk ki, dünya yüzünde bir benzeri yok.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.