Avrupa’nın Katli 1918-1942 - Siyasi Bir Tarih

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ünlü tarihçi Howard M. Sachar, Avrupa’da 1918-1939 yılları arasında ve sonrasında gerçekleşen siyasi suikastları ele aldığı bu etkileyici kitapta, 20. yüzyıl Avrupası’nın trajedisini yaratıcı ve sürükleyici bir dille anlatıyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı önemli isimlerin, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ölümlerini araştırarak çok daha geniş bir tarihi, Avrupa uygarlığının ahlaki ve siyasi çöküşü ile İkinci Dünya Savaşı’na sürüklenmesini gözler önüne seriyor.

Çarpıcı üslubuyla bilinen Sachar, Almanya’da birbirini izleyen ve nihayetinde Weimar Cumhuriyeti’nin çökmesine ve Hitler’in iktidara gelmesine zemin hazırlayan Rosa Luxemburg, Kurt Eisner, Matthias Erzberger ve Walther Rathenau suikastlarının izini sürüyor. Sachar’ın İtalya, Avusturya, Doğu Avrupa’da kurulan ardıl devletler ve Fransa’daki siyasi kırılganlık üzerine yaptığı araştırma, Eski Dünya’nın ölümcül zayıflıklarını yürek burkan fakat bir o kadar da merak uyandıran bir şekilde ortaya koyuyor. Stefan ve Lotte Zweig’ın ölümlerinin anlatıldığı son bölüm ise, bizzat Eski Dünya’nın katledilişi için düşündürücü bir metafor vazifesi görüyor.

“Yirminci yüzyılın bellibaşlı 11 siyasi suikastını canlı ve sürükleyici bir dille anlatmanın yanı sıra, usta bir tarihçinin nedenler ve sonuçlar üzerine keskin analizlerini içeren, elinizden bırakamayacağınız bir kitap.”  Jacques Kornberg, Toronto Üniversitesi

“Sachar, yaşamları suikast veya intiharla son bulan önemli isimlere odaklanarak okurları Avrupa’nın iki Dünya Savaşı arasındaki yıllarında kapsamlı bir gezintiye çıkarıyor. Büyük bir ustalıkla çizdiği portreler, kıtanın dört bir yanında meydana gelen siyasi gelişmelere ışık tutuyor.

Öyle ki bu kişilerin ölümleri, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sona eren hümanist geleneğin ölümü için bir metafora dönüşmekte. Bu kitap, Avrupa tarihinin çalkantılı bir dönemini son derece akıcı bir dille anlatıyor.” Cecile E. Kuznitz, Bard College

“Büyük Avrupa Savaşı” sonrasında siyasi gözlemciler ve kültürel seçkinler, “hümanizm” geleneğini Avrupa’nın en büyük başarısı olarak görmeye devam ettiler. Bu yorumcular, 1914-1918 arasında yaşanan devasa kıyımın Avrupa Kıtası’nın ekonomik ve demografik kaynaklarına ağır bir darbe indirmiş olduğunu kabul ediyordu. Yine de demokrasiye ve ortak güvenliğe bağlılığın tekrar canlandırılmasıyla Avrupa’nın yeniden dirilebileceğini düşünüyorlardı. Bu yöndeki arzular “dışarıdan” bir isimde, Birleşik Devletler Başkanı Woodrow Wilson’da güçlü bir karşılık buldu. Fakat Avrupalıların gözünde, Wilson hariçten gazel okuyordu. Onlara göre, siyasi ve ekonomik liderlik konusunda ortak ve idealize edilmiş bir geçmişe sahip olan Eski Dünya’nın, bir zamanların “Avrupa Uyumu”nun, kendi tecrübe birikimi, mukavameti ve tarihsel vakarı sayesinde yeniden eski haline kavuşmayı başaramaması söz konusu bile olamazdı.

Ne var ki Eski Dünya başarısızlığa uğradı, zira geçmişte “uyum” içinde yaşayan Avrupa ailesi fikri bir masaldan başka bir şey değildi. Son savaşa yol açan öfke dolu düşmanlıklar –Almanların Slavlara, Roma Katoliklerinin Doğu Ortodokslarına, Yahudi olmayanların Yahudilere, yoksulların zenginlere, fatihlerin fethedilenlere karşı düşmanlığı– 1918’deki ateşkeslerin öncesinde olduğu gibi sonrasında da, ne incir çekirdeğini dolduracak şeylerdi ne de yatıştırılmaları mümkündü. Kötülükler var olmaya devam etti ve giderek de büyüdü. Eğer savaş sonrası “barış” konferanslarının hemen ardından ortalığı kasıp kavurma fırsatı bulamadılarsa, “hesap görme” ve intikam almanın aynı derecede etkili başka yolları da vardı.

Art arda gelen siyasi cinayetler, savaş sonrası Avrupası’nın siyasi ve ahlaki liderlerinin “gurur kulesi”ne ölümcül bir darbe indirdi. Ateşkesleri takip eden dönem, milliyetçi veya etnik çekişmeler bakımından hiç de sıradan bir dönem değildi. Anayasaların ve barış antlaşmalarının arka planında, gözünü kin bürümüş hükümetler ve yasadışı gruplar siyasi, ulusal ve “ırksal” düşmanlarını fiziksel olarak ortadan kaldırmaktan başka bir amaç gütmüyordu. Hedefleri arasında krallar ve sıradan kişiler, siviller ve askerler, erler ve üst düzey komutanlar, siyasi ayakçılar ve parti genel başkanları, işadamları ve akademisyenler, gazeteciler ve edebiyatçılar ve nihayet kurbanların eşleri ve çocukları dahil tüm aile fertleri yer alıyordu.

Bu yeni ve tehlikeli gelişme, görünürde kendini Avrupalı ülkelerin sınır, yönetim ve halklarının güvenlik ve haysiyetini korumaya adamış savaş sonrası Avrupası’nda aklın hayalin almayacağı bir şeydi. Fakat bu saygı duyulacak vaadi gerçekleştirmek için, 1919-1921 arasında barışı inşa edenlerin düşündüğünden çok daha kuşatıcı bir siyasi ve ekonomik “entegrasyon” gerekiyordu. Bu büyüklükte bir yeniden yapılanmanın ancak ikinci ve çok daha yıkıcı bir savaştan sonra gerçekleştirilebilecek olması, sonuçta 20. yüzyılın en büyük trajedisiydi.

Bu kitabı hazırlarken, çok sayıda değerli akademisyen meslektaşımın cömert tavsiyelerinden faydalandım. Bunlardan bazıları: Fransa üzerine bölümler için Prof. R. Emmet Kennedy; Avusturya üzerine bölüm için Prof. Steven Beller; Yugoslavya üzerine bölüm için Prof. Milan Vega; Rusya üzerine bölümler için Prof. Muriel Atkin ve müteveffa Profesör Vladimir Petrov.

Ayrıca, University of Toronto Press’te kıdemli satın alma editörü Natalie Fingerhut’a; serbest editörler Judith Earnshaw ve Karen Taylor’a; yayınevinin üretim editörü Beate Schwirtlich’e; George Washington Üniversitesi Gellman Kütüphanesi’nde kütüphanelerarası ödünç alma direktörleri Huyen K. To ve Glenn Kanner’e; başkente gidip gelmelerimde beni (ve hiç şüphe yok ki sayısız yazar meslektaşımı da) ödüllendirdiği için, eşsiz bir bibliyografik kaynaklar katedrali olan Birleşik Devletler Kongre Kütüphanesi’nin Stack and Reader Division emekli müdürü William Sartain’e ve son olarak, bu kitabı editörlük aşamasına sabır ve özveriyle “hazırlayan” karım Eliana Steimatzky Sachar’a içten teşekkürlerimi sunuyorum.

H. M. S.
Kensington, Maryland

ROSA LUXEMBURG’UN YETİŞME YILLARI

31 Mayıs 1919 günü Berlin’deki Landwehr Kanalı’nın havuzlarından birinde kısmen çürümüş bir kadın cesedi bulundu. Sudan çıkarılıp şehir morguna kaldırılan cesedin çok geçmeden Rosa Luxemburg’a ait olduğu açıklandı. Luxemburg’un iki hafta sonraki cenaze töreninde, sosyalist idealizmin bu efsane kadınını son yolculuğuna uğurlamak için binlerce kişi toplandı.

Luxemburg’un yetişme yıllarında, vatanı Polonya’ya isyancı kadın imgesi damgasını vurmuştu. 1879’da Vera Zasuliç, St. Petersburg’un askeri valisi General Fyodor Trepov’un ofisine girerek onu yakın mesafeden vurduğunda, Luxemburg sekiz yaşındaydı. Bir Rus generalinin kızı olan Sophia Perovskaya, Çar II. Aleksandr’a düzenlenen suikasta katıldığı gerekçesiyle idam edildiğinde, Luxemburg on yaşındaydı. Polonya’nın ilk işçi partisi “Proletariat”ın yirmi bir yaşındaki lideri Maria Bohusz, Sibirya’da sürgündeyken öldüğünde, Luxemburg liseyi yeni bitirmişti. Yahudi bir hekimin kızı ve Proletariat’ın kurucularından biri olan Aleksandra Jentya’nın kaderi de Sibirya’ya sürülmek olmuştu. Aslında Polonyalı, Rus ve Yahudi devrimciler, siyasi eşitlik veya ulusal bağımsızlıktan ziyade, en çok toplumsal özgürleşme adına verdikleri mücadeleyle ön plana çıkmışlardı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bizzat sosyalizm terimi, dünyanın tüm ezilenleri –işçiler ve köylüler, erkekler ve kadınlar, Yahudiler ve Yahudi olmayanlar– için temel ve insancıl bir adaletin hâkim olacağı yeni bir çağ anlamına geliyordu. Rosa Luxemburg da kendini daha küçük yaşta bu heyecana kaptırmıştı.

Orta sınıf Yahudi bir kereste tüccarının beş çocuğundan en küçüğü olan (nüfusa kayıtlı ismiyle) Rosalia Luxemburg, 1871’de Rus Polonyası’nın Lublin eyaletinde, Hasidi* bir kasabada dünyaya geldi. Ailesi, diğer birçoklarının aksine, Lehçe konuşuyordu ve sekülerdi. İş nedeniyle sık sık Almanya’ya seyahat eden babası, üç oğlunun Berlin’de batılı bir lise eğitimi almasını istiyordu ve 1873’te ailesini kültürel atmosferi nedeniyle tercih ettiği Varşova’ya taşıdı. Fakat Varşova’da Rosa Luxemburg’un yaşamı can sıkıcı bir şekilde kısıtlandı. Beş yaşındayken, kalçasında oluşan bir rahatsızlığın bir urdan kaynaklandığı sanılarak yanlış teşhis konuldu (sonradan, bozukluğun genetik olduğu anlaşıldı) ve bacağı alçıya alınarak neredeyse bir yıl boyunca yatağa bağlı yaşamak zorunda bırakıldı. Uygulanan bu tedavi yüzünden bir bacağı diğerinden kısa kaldı ve yürüyüşü yaşamı boyunca bir cüceninkini andırdı. Yine bu yüzden okulda arkadaşları onunla sürekli alay ettiler. Fakat Luxemburg, öğrenci olarak üstün bir başarı gösterdi. Okulu sınıf birincisi olarak bitirmesinin ardından, az sayıda Yahudi öğrenci alan seçkin bir devlet lisesine kabul edildi. Burada da yine Polonyalı okul arkadaşlarının alaylarına göğüs gererek, en yüksek dereceyle mezun oldu.

O sıralar Luxemburg, Doğu Avrupa’da genç kuşağın büyük kısmını etkisi altına alan devrimci sosyalist harekete kendini adamakıllı kaptırmış bulunuyordu. Polis tarafından sürekli izlendiğinden, yaşıtı çoğu devrimci gibi Luxemburg da hapsedilme ya da Sibirya’ya sürülme tehlikesi altındaydı. Başına bir şey gelmesinden korkan anne ve babası, Luxemburg’un gizlice Avusturya’ya geçmesini sağladılar. Bu, yerinde bir hareketti. Viyana’ya ulaşan Luxemburg, burada zengin bir Yahudi ailesinin çocuklarına ders vererek geçimini sağladı ve on sekiz ayın sonunda, İsviçre’ye gitmesine yetecek kadar para biriktirdi. İsviçre’de, on dokuz yaşındayken, Zürih Üniversitesi’nin Sosyal Bilimler Fakültesi’ne kaydoldu. İçine girdiği bu yeni dünya, ona entelektüel keşiflerde bulunma olanağı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda farklı çevrelerden gelen öğrencilerin toplumsal açıdan eşit oldukları bir ortam sunuyordu. 19. yüzyılın sonunda Zürih sosyalist göçmenlerle dolup taşıyordu. Bunların arasında Georgi Plehanov, Julius Martov (asıl ismiyle Iulii Tsederbaum) ve Vladimir Lenin gibi ileride öncü rol oynayacak Doğu Avrupalı isimler de vardı.

Bu kafa dengi kişiler arasında Rosa Luxemburg’un kendine en yakın bulduğu “ruh ikizi”, Vilnius’lu zengin ve kültürlü bir Yahudi ailenin oğlu olan Leo Jogiches’ti. Jogiches, liseyi bitirdikten kısa süre sonra, devrimci-terörist Narodnaya Volya (Halk İradesi) Partisi’nin Vilnius şubesini kurmuştu. Bunun üzerine hapse atıldı. İkinci kez hapsedilip serbest bırakılmasının ardından, 1889’da Vilnius’tan ayrılarak İsviçre’ye gitti ve Zürih Üniversitesi’ne kaydolan diğer sürgünler güruhuna katıldı. Fakat Jogiches için üniversiteye girmek sadece bir formaliteden ibaretti. Daha Zürih’e ayak basar basmaz, her zamanki gibi ateşli şekilde sosyalist faaliyetlere girişti. Çok geçmeden Luxemburg da onun yakın çevresine dahil oldu ve 1892’de ikisi birlikte Polonya Krallığı ve Litvanya Sosyal Demokrat Partisi’ni (SDKP) kurdular. Bu aşırı solcu grup, sosyalizmi Polonya’nın siyasi bağımsızlık mücadelesiyle ilişkilendirerek “hedef saptıran” resmi Polonya Sosyalist Partisi’ni reddediyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.