Anılar - Sürç-ü Lisan Ettikse - Antrakt - İkinci Perde

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Türk Tiyatrosu’na 1954’ten bu yana 60 yıl boyunca damgasını vurmuş bir tiyatro adamının anılarının tamamı.
“Perde yavaş yavaş açıldı. Aktörler selam vermek için sahneye dizildiler. En son ben çıktım. Öne doğru yürüdüm. Yürürken balkonlardan üstüme bahar çiçekleri yağmaya başladığını hissettim. Gökten çiçek yağıyordu sanki.. Sahnenin ortasına gelince durdum. Yıllardır kim bilir kaç kez aynı hareketi yapmış, seyirciyi şu durduğum yerden aynı şekilde selamlamıştım. Oysa şimdi ilk kez sırtımı döndüm onlara ve eğilerek yıllarca beraber çalıştığım oyuncularımı selamladım. Doğrulduğum zaman, oyunda işi olsun olmasın tüm Dormen Tiyatrosu’nun sahneyi doldurup beni alkışladıklarını gördüm.”

Kapanış Gecesi

Gümüşsuyu’ndaki evimden çıkarak yavaş yavaş Taksim’e, oradan da Beyoğlu’ndan aşağı, tiyatroya doğru yürümeye başladım... 1972 yılının garip, serin bir bahar akşamüstüydü... Beyoğlu’nun rengârenk neonları yanmaya başlamış, işlerinden çıkanlar ellerinde akşam için aldıkları ufak paketlerle, dükkânların vitrinlerine baka baka evlerine gitmek üzere yola koyulmuşlardı. Galatasaray’a gittiğim yıllardan beri günün en sevdiğim saatleriydi bunlar. Okulda kışın en soğuk günlerinde bile bahçenin koca demir parmaklıkları arasından, ışıkları yanmaya başlayan Beyoğlu’na imrenerek bakar, hafta başıysa isteksiz isteksiz etütlerin yapıldığı sınıfıma giderdim. Ne sevimsiz, ne soğuk görünürdü koca 6 C sınıfı böyle günlerde. Hafta sonu yaklaştıkça, hele cuma akşamları, Beyoğlu’na bakışım bambaşka olurdu. Bir gün sonra eve çıkacak olmanın sevinci ve dört buçuk matinesinde göreceğim filmin hayali ile, koşuşan insanlara bakar, aralarında imişim gibi heyecanlanırdım. Öyle gecelerde 6 C sınıfı bile sanki yeni baştan boyanmış, derlenmiş, toparlanmış gibi daha bir sevimli görünürdü gözüme.

Fransız Konsolosluğu’ndan Dormen Tiyatrosu’nun bulunduğu şimdiki Ses Sineması’na doğru yürümeye devam ediyordum... Yıllar boyu akşam oynayacağım rolün heyecanını duyarak geçmiştim bu yollardan aynı saatlerde.. Dile kolay, tam on beş yıl bu kaldırımlardan geçerek, türlü heyecanlar çekmiş, başarısız oyunların acısını unutmaya çalışmıştım. Öte yandan Şahane Züğürtler ya da Bit Yeniği gibi dillere destan oyunların başrolünü oynarken, “İşte, Haldun Dormen geçiyor!” fısıltılarını duymaya alışmıştım; insanların hayranlıkla birbirlerine beni göstermelerini sözümona görmezliğe gelerek, burnum Kaf Dağı’nda geçmiştim aynı yerlerden.

Her türlü halimi duygumu yakından tanımıştı, emektar Beyoğlu’nun şu cefakâr kaldırımları. Bizlerin bir parçası olmuştu şu renkli sokak, ama bizler de onun bir parçası idik. Ya da öyle sanıyorduk kendimizi. Dormen Tiyatrosu, Beyoğlu keşmekeşinin vazgeçilmez mihenk taşlarından olmuştu. Herkes bunu kabullenmişti; “Dormen Tiyatrosu’ndan karşıya geç,” gibi cümleler Beyoğlu sakinleri için olağandı. “Dormen’de oynayan Kerem Yılmazer,” ya da en azından “Dormen’deki yeni piyes çok kötü” demek zorundaydı.

Bunları düşünerek tiyatronun önüne kadar gelmiştim. Kafamı kaldırıp pasajın kapısına baktım son kez. Neonlarla yazılmış adım tepeden bakıyordu tüm Cadde-i Kebir’e.. Evimizdeki Hayat oyununun en pahalı şekilde basılmış renkli fotoğrafları iki taraflı vitrinleri süslüyordu. Resimlere bakan isteksiz bir iki kişi “Girsek mi, girmesek mi?” diye tartışıp duruyorlardı. İçimden “Girin girin, pişman olmazsınız. Tarihi bir geceye tanık olacaksınız,” diye haykırmak geldi. Ama yapmadım.

apamadım. Pasaja daldım. Fıstıkçı Nuri Bey’le her akşamki gibi selamlaştım. Yılların kaya gibi Nuri Bey’i bir tuhaftı bu akşam. Selam verirken açık renk gözlerini benden kaçırır gibiydi. “Bu adam benden de çok önce Beyoğlu’nun bir parçası,” diye düşündüm.

Gişenin önünde birkaç kişi bilet alıyordu. Nafia Hanım’ın yanı sıra, yılların dostu Nükhet de gişedeydi. Oysa Nükhet yalnız sabahları bulunurdu gişede. Öğleden sonra tiyatronun kostüm işleriyle ilgilenirdi. Onlar da bir garipti. Nükhet ağlamamak için kendini güç tutuyordu. Nafia, müşterilere bilet satma pozunda gözlerini benden kaçırıyordu. Emektar İhsan Efendi kapıdaydı. “İyi akşamlar beyefendi,” dedi, sesi titreyerek. Karısı, çok sevdiğim Madam Mari, beyaz kürk yakalı siyah mantosunu giymişti bu gece için. (Bu mantoyu her oyunun açılış gecesinde giyer, “Sizin için kiliseye mum yaktım,” diyerek, heyecanla, umutla oyunun tutunacağından emin, hepimize sarılırdı.) O da bir köşede gözüme görünmemeye çalışıyordu. Programcıların başı Onnik hiç yoktu ortalarda. Oysa her gece bu saatlerde yılların verdiği alışkanlıkla kırmızı ceketini giymiş olarak elinde programlar, kapıdan girecek ilk müşteriyi beklerdi. Fuayede, bina sahibi Atıf İlmen’in sevmediğim adamı dedikoducu Hüseyin Bey’i görmezlikten gelerek merdivenlerden yukarı yazıhaneme çıktım. Sahtekârlık çekecek halim yoktu bu gece.

Boi yönetim odalarından geçerek kendi ofisime doğru yürüdüm. 1957’den 1967 yılında ölene dek sekreterliğimi yapmış olan sevgili Semine Güney’in masası sessiz sedasız duruyordu köşesinde. “İyi ki bu gece yoksun Semine’ciğim,” diye düşündüm. Onun bu geceye katlanması biraz güç olurdu. Ölümünden bu yana her gün masasının üstündeki vazosuna koyduğumuz gül solmuş, boynunu bükmüştü. Yazıhaneme girerek kapımı kapattım. Babamın hediye ettiği maun İngiliz yazı takımının masif parçaları tüm heybetiyle kırgın kırgın bakıyorlardı bana. Onları da görmezliğe geldim. Ertesi sabah hepsi burayı boşaltmak zorundaydılar. Benden uzak, bilmedikleri, tanımadıkları yepyeni bir odaya yerleştirileceklerdi.

Önceden hazırladığım dört librium’u cebimden çıkardım. Bardağa su doldurarak bir çırpıda yuttum. Bu gece her zamankinden daha sağlam olmam gerekiyordu. Sonuna kadar dimdik ayakta durmam, ağlayanları teselli etmem, işi olağan karşılamam şarttı bu gece. On yedi yıllık sanat yaşamımı asaletle noktalamaya kararlıydım. Bana yakışanı buydu. Odaya bir daha baktım. Babamın maun takımları ile göz göze geldik bu kez.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.