Yaşamak Hatırlamaktır - Anılar Kitabı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Hiç öğrenci kartınızı Apollinaire imzaladı mı? Ya da Abdi İpekçi’yle Bodrum’a gittiğiniz oldu mu? Ya da Yılmaz Güney?.. Bir ilkokul öğretmeni olsaydınız Yılmaz Güney’i sınıfınıza götürebilir miydiniz?Yaşamak Hatırlamaktır’ı bir yaşamöyküsü olarak değil de “belirli bir sıra gözetilmeden, kendiliğinden beliren renkler” olarak tanımlayan şair, çevirmen Ülkü Tamer, bütün bunları gerçekleştirdi ama...Daha önce yayımlanan Alleben Anıları ve Yaşamak Hatırlamaktır’la birlikte, yayımlanmamış anıları da bulacağınız bu eğlenceli kitap, geçmişe yapılmış bir yolculuğun güleryüzlü seyir defteri. Ülkü Tamer’in Gaziantep, Robert Koleji, yazarlık, gazetecilik ve futbol anıları, Yaşamak Hatırlamaktır kitabının başlıca konularının oluşturuyor. Tamer’in, 1972 Noeli’nde, Brezilya milli takımını ezbere bilmesi sayesinde büyükelçiden özel bir vize alması mutlaka okunması gereken anılardan sadece biri.

Hasibe’nin Göbeği

Kurban Bayramı ya da Şeker Bayramı mı geliyor, annem elimden tutup Mustafa Akınal’a götürürdü beni. Mağazadan kumaş seçer, Terzi Nurettin’in yolunu tutardık. Ölçüm yeniden alınır, ilk provanın günü bildirilirdi. Nurettin Bey Amca kim bilir kaç elbise dikti bana. Sonra ortağı Mithat aldı onun yerini. Doğrusu o da işinin ustasıydı.

Gaziler Caddesi’nin iki yanı dişçi, doktor tabelalarıyla doluydu. Çoğunda “Birinci Sınıf Dahiliye Mütehassısı” yazardı. İlkokul ikinci sınıfa giderken annem bu doktorlardan birine götürmüştü beni. Tepem atmıştı: “İkinci sınıftayım, beni neden birinci sınıf doktoruna götürüyorsun?”

Bayramdan bir ay kadar önce babam koca listesini açardı önüne. “Bayram tebriği gönderileceklerin listesi”ni. Bu listede yer alıp da bize iki bayram üst üste tebrik göndermeyenlerin adları silinirdi. Kartlar hazırlanır, zarflar yazılır, postaya verilirdi.

Kurban Bayramı’nı Şeker Bayramı’ndan birazcık daha çok severdim. Kurban Bayramı arifesinde doğduğum için.

Perşembeleri banyo günümüzdü; ama arife günleri de tepeden tırnağa yıkanırdık. Babam Kuran okurdu sessizce. Sonuna geldiğinde, başıyla üçümüze işaret ederdi. Sırayla. Önce ben. Sonra Aykut. Sonra Tankut. Ayaklarımızın ucuna basarak usulca yanına giderdik. Okur üfler, saçlarımızı, sırtımızı sıvazlardı. Sadece arife günleri değil, her perşembe akşamı yapardı bunu.

Bayramlarda güneş doğmadan kalkardık.

Uyandığımda babam namaza gitmiş olurdu. O döner dönmez bayramlaşma töreni başlardı evde. Yeni elbiselerimizin içinde, önce babamızın elini öper, bayram harçlıklarımızı alırdık. Tam bir lira! Sonra annemizin, ninemizin, Havva Bacı’nın ellerini öper, Sitti Zeynep’in yanına giderdik.

Derken postacılar damlardı. İlk ziyaretçiler posta dağıtıcıları olurdu hep. Hiç değişmezdi bu. Kahvelerini içer, Şekerci Hamdi’den alınan “çikolatin”lerini yer, bahşişlerini utangaçlıkla ceplerine koyar, giderlerdi.

Sonra Hasibe Bacı gelirdi. Babamın teyze kızıydı Hasibe Bacı. Onu her görüşümde utanırdım. Bana anlattıklarına göre, çok küçükken kâğıda bir daire çizer, ortasına da bir nokta kondururmuşum. “Hasibe’nin göbeği” dermişim buna. Anlatır, gülerlerdi. “Hasibe’nin göbeği” nereden çıkmıştı, çözemedim. Belki bebekken hamamda görmüştüm göbeğini. Yaptığım ilk resim, ne ilk resmi, belki ilk bin resim “Hasibe’nin göbeği”ymiş.

Topal Mehmet gelirdi. Bir bacağı takmaydı. Tahtadandı. Avluda “tak-tak-tak”ları duyunca onun geldiğini anlardık. Uzaktan akrabamızdı, ama babam pek sevmezdi onu. “Kaç kere tersledim kerhaneciyi. Yüzsüz herif!” derdi.

Ben Şükrü Ağabey’in yolunu gözlerdim hep. Bayram yerine o götürürdü beni. Önce mantar alıp patlatırdık. Çukurbostan mantar sesinden geçilmezdi. Çatapatları, eve götürmek için, cebime koyardım. Karsambaç içerdik. Atlıkarıncaya binerdik. Atlıkarıncanın sahibi, “Yandıııı!” diye bağırdı mı, inip Hacivat kahvesinin yolunu tutardık. Küçük kürsülere oturur, Hacivat seyrederdik. Pek hoşlanmazdım Hacivat’tan, ama o da “bayram töreni”nin bir parçasıydı, mutlaka görmek gerekiyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.