Toplu Şiirler - Bachmann

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Şiir yazmak zorunluluğunu duymamama karşın, istersem şiir yazmayı ‘başarabileceğim’ kuşkusuna kapılınca, şiir yazmayı bıraktım. Ve yeniden şiir yazmak zorunda olduğumu duyumsayıncaya kadar, yazacaklarımın, son yazdıklarımdan bu yana edinilen deneyimleri kapsayacak ölçüde yeni şiirler olacağına inanıncaya kadar şiir kaleme almayacağım.”
“Ingeborg Bachmann, 1963”

Şiirin “ancak şiir yazmadan yaşanamayacaksa” yazılması gerektiğine inanan Ingeborg Bachmann’ın lirik söylemi; dilin sınırları, varlığın hakikati, varoluşun temel koşulları, özgürlük ve zaman özelinde güçlü bir kavramsal çerçeve çizer, bütün bu kavramların yaşamsal karşılıklarıyla ve doğurduğu kaçış, kendini toplumdan yalıtma gibi olgularla ilişkilenir.

Bachmann’ın gün ışığına çıkmış şiirlerinden Türkçeye kazandırılan en kapsamlı derleme olan bu kitap, şiir yazan özne ile şiir arasındaki organik bağı olmazsa olmaz sayan, edebiyatın hemen her alanında eser vermiş tutkulu bir kalemi tanımak için önemli bir imkân.

Hiçbir şey gelmeyecek bundan böyle.

Bir daha ilkbahar olmayacak.
Herkese kehanetidir bin yıllık takvimlerin.

Ama yaz, ve hani derler ya,
“yazdan kalma” diye, onlar da olmayacak –
artık hiçbir şey gelmeyecek.

Asla ağlamamalısın,
der bir şarkı.

Onun dışında
bir şey
diyen
kimse yok.

(“Bilmece”)

Ingeborg Bachmann’in Dünyasi

Bu yaziya önce “Ingeborg Bachmann’in Siir Dünyasi” diye bir baslik koymayi düsünmüstüm; ama bir sairin “siir dünyasinin”, onun geri kalan dünyalarindan ne ölçüde ayri ele alinabilecegi sorusu kafami kurcalayinca, basligi da genellestirdim. Bütün sairler ve yazarlar gibi, Bachmann açisindan da olaya bakildiginda, böyle bir ayrima gitmeye olanak bulunmadigi anlasiliyor. Ayrica eger bir sanatçi –Bachmann gibi– yazar/sair ise, siirin yani sira öykü, roman, deneme ve oyun dallarinda da ürün vermisse, bu dallardan herhangi birini bütünden mutlak anlamda kopararak irdeleme konusu yapmak, kanimca saglikli bir yol degil. Çünkü böyle sanatçilarin yaratilari, tek tek ürünler kadar, o ürünler arasinda –açik ya da örtülü biçimde– gerçeklesen atiflardan da olusur; bu atiflar, örnegin sanatçinin bir düzlemde noktali virgül kullanarak biraktigi bir anlatiyi bir baska düzlemde sürdürmesi diye de tanimlanabilir. Bu baglamda bakarsiniz bir öykünün kalibi içersinde dünyaya gelmis bir özlem, bir noktadan sonra dizelerin ezgileri esliginde betimlenir oluvermis, onun ardindan bir romanin genis soluklu sahnesini ya da bir tiyatro oyununun dramatik kisilerini gereksinmis.
Bachmann da bu sanatçilara tipik bir örnek. Gerçi olayin teknik yanina agirlik tanimak, dolayisiyla bu sairin ve yazarin öykülerini, siirlerini, oyunlarini, roman ve denemelerini bagimsiz türler niteligiyle tek tek ele alip, her birinde egemen yapisal özellikleri, cümle ve dize yapilarini, öngörülen dramatik etkiyi vb. irdelemek, elbet olasi. Ama böyle bir incelemenin, bir sairin bütün siirlerini içeren bir kitabin basinda, giris ya da sunus yazisi niteligiyle yer almasi durumunda, okurun aydinlanmaktan çok, önceden aklindan geçirmedigi yönlendirmelerin ya da kisitlamalarin etkisinde kalmasi, sonuçta kendi dolaysiz etkileniminin ve sanatçiyla kendine özgü bir diyalog kurma girisimlerinin gereksiz engellerle karsilasmasi gibi bir sakinca her zaman var. Bu nedenle, sözü edilen türden incelemeleri daha çok bilimin, edebiyat söz konusu oldugunda bile kimi zaman yasami, yasananlari ve yasayanlari bir yana birakip, yalnizca metinleri ve metne iliskin özellikleri odak noktasi kilan yöntemlerine birakmak, kanimca daha dogru olacaktir. Bu düsünceler baglaminda, bu giris yazisinda Bachmann’in kendimce önemli buldugum bazi özelliklerine deginmeyi, böylece de bu sairin ve yazarin dünyasina yine kendi açimdan isik tutmayi uygun buluyorum. Elbet burada okuyucu, benim bu ölçüde “kendimce” ise girisme hakkina sahip bulunup bulunmadigimi sorgulayabilir. Böyle bir sorgulama karsisinda kendimi “aklamak” için yapabilecegim en güçlü savunma, yazar/sair ile onun çevirmeni arasinda varolan/varolmasi gereken çok özel iliskiye atifta bulunmak olacaktir. Bütün çeviri ugrasim boyunca benimsedigim ilke, çevirmenin ise ancak bu türden bir iliski kurulabilmisse girismesi olmustur. Hele Bachmann gibi, bütün yaratisinda siirin nerede bittigi, düzyazinin nerede basladigi kolay saptanamayan, baska deyisle siirle kullanilan bütün biçimlerde ve türlerde karsilasilabilen bir sanatçi söz konusu oldugunda, andigim iliskinin kurulmasi daha da önem kazanir.
Avusturyali sair ve yazar Ingeborg Bachmann, ilk tanistigim günden baslayarak birakmadigim ve beni birakmayan, dile getirdikleri onu çevirmedigim zamanlarda bile düsüncelerimden hiç çikmayan bir sanatçi oldu. Malina adli romanini çevirdigimden bu yana, bu sanatçiyla yasami sanki belli bir anlamda hep paylastim. Bunca yogun bir iliski, sanirim kisisel olma hakkini kazandirmaya da yeterlidir.

* * *

Bachmann, ilk dizelerinden baslayarak, yasaminin sonuna degin dil’i, sairlik ve yazarlik ugrasinin birincil ögesi saymayi sürdürdü. Bunda, sanatçinin Ludwig Wittgenstein’in dil felsefesiyle yakindan ilgilenmis olmasinin payi da büyük olsa gerektir1. 1955 baslarinda, kendisiyle yapilan bir söyleside Bachmann, dile verdigi önemi söyle belirtir: “... yazma eylemi sirasinda anlam tasiyan tek bir çaba vardir: Dil için harcanan çaba. Dün, bugün ve yarin, dildedir. Bir yazarin dili kalici olmadigi takdirde, söyledikleri de kalici olamaz.”2 Yazarin Malina adli romaninin hemen basinda, tek bir sözcügün, “bugün” sözcügünün kullanilmasi sirasinda ne gibi sorunlarla karsilasilabilecegini dile getiren su satirlari da bir anlamda belli bir dil kaygisini içerir: “Yalnizca zamani belirtirken uzun uzun düsünmek zorunda kaldim, çünkü insanlarin her gün ‘bugün’ demelerine, dahasi demek zorunda olmalarina karsin, benim için ‘bugün’ diyebilmek neredeyse imkânsiz; örnegin insanlar bana –yarin bir yana– bugün ne yapmak istediklerini bile anlattiklarinda, çogunlukla sanildiginin aksine, dalgin bakmaya degil, ama ne yapacagimi bilemedigimden, çok dikkatli bakmaya basliyorum; ‘bugün’ ile aramda iste bu denli umutsuz bir iliski var: Çünkü bu Bugün’ü ancak delicesine bir korkuyla ve kosarcasina yasayabiliyorum, Bugün olup bitenler üzerine ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konusabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazilanlari hemen yok etmek gerekir; tipki bugün yazilmis ve yerine hiçbir Bugün’de varamayacak mektuplarin bu nedenden ötürü yirtilmasi, burusturulmasi, bitirilmemesi, yollanmamasi gibi.”3

* * *

Bachmann, Die gestundete Zeit (Ertelenmis Zaman) ve Anrufung des großen Bären (Büyük Ayi’ya Çagri) adli iki siir kitabinin ardindan, siir yazmaya çok uzun süre ara verdi ve bir daha siir kitabi yayinlamadi. Bu uzun aranin nedenine iliskin olarak, 1963 Ocaginda kendisiyle yapilan bir söyleside verdigi gerekçe, oldukça ilginçtir: “Siir yazmak zorunlulugunu duymamama karsin, istersem siir yazmayi ‘basarabilecegim’ kuskusuna kapilinca, siir yazmayi biraktim. Ve yeniden siir yazmak zorunda oldugumu duyumsayincaya kadar, yazacaklarimin, son yazdiklarimdan bu yana edinilen deneyimleri kapsayacak ölçüde yeni siirler olacagina inanincaya kadar siir kaleme almayacagim.”4 Bu sözler, sairin siir yazma konusundaki düsüncelerini, dahasi, genelde yazma eyleminin gerekçesine iliskin görüsünü çok özlü bir biçimde yansitmaktadir. Siirin, “ancak siir yazmadan yasanamayacaksa” yazilmasi gerektigi noktasinda Rilke’yle birlesen Bachmann, “deneyimleri kapsayacak ölçüde yeni” nitelendirmesiyle de, “söylenecek seyin tükendigi yerde” susulmasini öngören Wittgenstein’a katilmis olmaktadir.
Böyle bir tutumun en dogal sonuçlarindan biri olarak, Bachmann’in siirinde “siradanliga” hiçbir zaman rastlanmaz. Sair, ne moda olan söylemleri yinelemeye kalkismis, ne de ucuz bir anlasilma merakiyla hedefledigi dilden herhangi bir ödün vermistir. Bu siir, yine anilan tutumun bir sonucu olarak, ne pahasina olursa olsun güncelligi yakalamak pesinde de degildir. Buna karsilik insan’i ve evrensel olan’i çok iyi yakalayabildigi için, güncellikten hiçbir zaman yoksun kalmamistir.
Bachmann’in siiri –öteki eserleri gibi– bir Orta Avrupali karakterini sürekli yansitir. Vatandasi olan sairlerden özellikle
Georg Trakl ve Paul Célan’la birlikte, bu karakteri çok belirgin biçimde paylasan Bachmann, Birinci Dünya Savasi sonrasinda, çok uluslu Avusturya-Macaristan Imparatorlugu’ndan Avusturya Cumhuriyeti’ne dönüsen ve toprak bakimindan çok küçülen ülkesini hep “dünyaya bakabilecegi” bir pencere saymis, bakarken görme eylemini de basariyla gerçeklestirmistir.

* * *

Ingeborg Bachmann, bütün eserleri baglaminda olmak üzere, katiksiz bir gerçekçidir. Olmasini istedigi bir dünya, hep vardir; ama bu ideal, sanatçiyi hiçbir siirinde ve düzyazisinda olmasini istedigini olmus varsaymak gibi bir tutuma ya da pembe gözlüklere götürmez. Dahasi, sanatçi çogu kez ideal bildiklerinin hiç gerçeklesmeyeceginin de bilincindedir. Örnegin yüzyilimizin genis ölçüde endüstrinin ve acimasiz bir akilciligin egemenligindeki dünyasinda gerçek aska pek yer olmadiginin da ayirdina varmistir. Bachmann’in gerek Malina adli romani, gerekse Manhattan’in Iyi Tanrisi adli radyo oyunu, aski yücelten, buna karsilik günümüzde olanaksizligini da vurgulayan belgelerdir.

* * *

Bu kitapta Ingeborg Bachmann’in hemen bütün siirleri yer aliyor. Ölümünden sonra yayinlanmamis olarak bulunan kimi siirleri kitabin disinda kaldi. Ancak Türk okuru, duyarlilik ve söyleyis biçimi açisindan bizim iklimlerimize çok yakin olan bu sairi bu kitapta biraraya getirilen toplu siirleriyle yeterince tanima olanagini bulacaktir.

Ahmet Cemal
Moda, Ocak 1995

1 Bachmann, yüzyilimizin en önemli filozoflarindan olan Wittgenstein üzerine “Ludwig Wittgenstein – Zu einem Kapitel der jüngsten Philosophiegeschichte” (Ludwig Wittgenstein – Felsefenin Yakin Tarihinden Bir Bölüm) baslikli bir deneme de kaleme almistir.
2 Ingeborg Bachmann: Wir müssen wahre Sätze finden. Gespräche und Interviews. Verl. Piper & Co., Münih 1983.
3 Ingeborg Bachmann: Malina. Roman. Türkçesi: Ahmet Cemal. Can Yayinlari, Istanbul 1990, s. 14.
Ingeborg Bachmann: Wir müssen wahre Sätze finden, s. 40 vd.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.