O İstanbul / Ey İstanbul

  • O İstanbul / Ey İstanbul
PAYLAŞ
YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

James Lovett, yaşamının otuz iki yılını İstanbul'da geçirmiş bir şair. Şiiri İstanbul'dan ve İstanbul'un geçmişinden çok beslenmiş bu yüzden de. Unutulmuş ya da gündemde olmayan tarihsel renkler, antik öğeler, Lovett şiirinin özgün yapı taşları. Bir satıcının çığırtkan sesinden bile çok eski zamanların kapısını aralayabilen Lovett, 20. yüzyıl şiirinde pek de kullanılmayan epik tarzda yazıyor. Türkçesini İngilizcesiyle birlikte okuyabileceğiniz Ey İstanbul, şiirseverler için epik şiirin uçsuz bucaksız koylarında bir yolculuk çağrısı.

PROPONTICS,
COMPOSED BY THE SENIOR RESIDENT
AFTER WALKING UPON THE BLUFFS OF MODA


Love and Death have raised us incomparable cities.
Istanbul, most admired from the opposite shore,
She drew her moiréd skirts about her
While pendants of pearl, a legacy of rain,
Flashed off like tears in the desperate light.
A lone bird sang to the coombs of dusk,
The paths of glory lay burked in ruin,
It was the end of March, no date to remember,
But she and I were long acquainted, having
Practised years of consolation together,
Like a patch of moving sunlight across a floor.



MARMARA KIYILARI,
ESKİ İSTANBULLU MODA KAYALIKLARI'NDA
DOLAŞIRKEN SÖYLEMİŞTİR


Aşk ve Ölüm benzersiz kentler yükseltti bizim için.
İstanbul, o hep karşı kıyıdan hayran olunan,
Yağmurun armağanı inci gerdanlıkları
Işıldarken gözyaşları gibi, kederli ışıkta,
Topladı dalga dalga ipek eteklerini çevresine.
Alacakaranlığın kuytularına doğru yalnız bir kuş inledi,
Yıkıntılar altında boğulmuş yatıyordu o ihtişamlı yollar,
Martın sonlarıydı, kim bilir hangi yıldı.
Ama o ve ben, iki eski tanıdık,
Yaşadık avuntularla yıllar boyu birlikte,
Döşemenin üstünde ilerleyen bir gün ışığı öbeği gibi.

THE SENIOR RESIDENT AT A CAFÉ
BY THE BOAT-STATION ON SADDLE-BAGS ISLAND
SPECULATES UPON THE WORLD’S GOODS


To Charles and June Clark

Sea-fowl do not sit the waves more easily
Than I do these wicker-bottoms. Best of all,
To loiter over an anisette by the landing-stage
And watch an evening crowd, a swarm of vespertines
With fluttering raincoats and shawls pulled overhead,
Disembarking as if fleeing from the thud
Of a heaved gangplank.
I study their purchases;
Candy to melt a molar or triple a belly fold,
Sweet deaths by sugar, like its devotees
Glazed, stucco’d, powdered in a dainty booth
While the confectioner manipulates those nice white boxes,
Each knotted with a loop that twirls on a thumb.
Here’s something in brown paper with a sticky stain...
Who has not succumbed to that shoppers’ ignominy,
A tray of honeycomb awash in corn syrup!
Egyptian Bazaar, I know thee, thy dishonest dazzle,
Jars and jars of it aglow like amber.
Your honey, dear lady, might upset the bee.


Ah, that’s a lampshade, the owner swings the carton
So lightly by the cord. And here’s my neighbour
From three doors down, our Lutfi, with a brolly,
Holding it high like a parachute, as if just landed.
And now a porter with an armchair on his back.
Oh Humanity, what a cumbered lot you are,
When you might have grown fur and be living free.


But what comes hurrying by? What a beauty,
She! with her armful of glistening camellias
Diaphanous in cellophane and a white bow-ribbon!
She hastens loveward, smiling to herself.
I like those raffish stalls up at Taksim,
Harridans in a clamour on the sidewalk, queans
Of the trans-shifting, who peddle cut-flowers
In a traffic that only pauses to be gone.


To gypsy Fortune all goods are moveable,
What cannot be lost cannot be stolen, cannot
Be found, bought for less, sold for more,
Spent for larks, for love or honour given.
As if spitted on its axis, this great earth
Dangles, revolving slowly to an open fire,
Suspended by mere twist, like a Romany’s dinner.
To all we have of eminent domain,
Bundles on a stick, furniture in a cart,
Our wives in the garden or at a window-seat
In sunlight, children, parents, friends,
Our very arms and legs and odds and ends,
To all of this Romany Fortune has tied the string.
Were it not so, we might be with Allah,
But of all of this, now and tomorrow,
We would have nothing, nothing.


Time for Hagop with the carriage to fetch me home,
Home to my huddled women and a tub,
A tub, a sup, and at ten a goodnight boza,
(Friend of rain on my tiles, wind in my trees,
Surf on my shores, friend of sleep.)

ESKİ İSTANBULLU

HEYBELİADA VAPUR İSKELESİ’NİN YANINDAKİ

GAZİNODA DÜNYA MALI ÜZERİNE DÜŞÜNÜYOR

                                                           Charles ve June Clark’a

Daha rahat oturamaz dalgalara martılar,
Benim bu hasır iskemlelerde oturduğum kadar.
İşin en iyi yanı, bir duble rakıyla oyalanarak iskele kenarında,
Pardesüleri dalgalanan, başları şallı akşam kalabalığının,
Bu gece kuşları sürüsünün, sanki iskele tahtasının
Çarpma gürültüsünden kaçarcasına
Vapurdan inişini izlemek.
Satın aldıkları şeylere bakıyorum.
Dişleri çürütmek, katmerlemek için göbekleri,
Şekerden çekilmiş tatlı ölümler, tutkunları gibi
Parlak, kıtırlı ve pudralı, zarif dükkânlarda
Şekerciler tarafından güzel beyaz kutulara yerleştirmişler
Ve başparmağa takılmış iplerin ucunda sallanıyorlar.
Kahverengi paket kâğıdına yapışkan lekesi çıkmış bir şeyin.
Satıcının rezilliğine yenik düşmüş,
Glükoza banılmış bir çıta bal peteği!
Mısır Çarşısı, bilirim seni, senin o sahtekâr göz kamaştırıcılığını,
Ki, kavanozlarda kehribar gibi ışıldar.
Balınız, sevgili bayan, arıları dağıtabilir.


A, şu da bir abajur, sahibi kartonu sallıyor
Hafifçe ipinden. Ve üç kapı aşağı
Komşum, bizim Lütfü, elinde bir şemsiye,
Paraşüte asılırcasına yukarıda tutuyor, yere yeni inmiş gibi.
Ve şimdi de sırtında bir koltukla bir hamal.
Ah insanlar, ne angaryalar yüklenmiş üstünüze,
Kürklü yaratılsaydınız, özgür yaşayacaktınız.


Ama bu telâşla gelen de kim? Bu ne güzellik?
Beyaz kurdelalı saydam selofanın altında
Bir kucak ışıltılı kamelyayla!
Aşka doğru acele ediyor, kendi kendine gülümseyerek.
Taksim’deki o küçük pasaklı dükkânları seviyorum,
Kaldırımda kıpır kıpır yerinde duramayan yaygaracı
Zilli cadılar, ancak yola devam etmek için duraksayan
Bir insan seli içinde kesme çiçek satarlar.


Çingene Talih’e göre tüm mallar menkûldür,
Yitirilmeyen bir şey çalınamaz da, bulunamaz da,
Ucuza alınır, pahalıya satılır, tarlakuşları için harcanır,
Aşk ya da onur için verilir. Ekseni üzerinde
Titriyormuşçasına, sallanır bu muhteşem dünya
Bir o yana bir bu yana, açık bir ateşe doğru
Yavaş yavaş yuvarlanarak, yalnızca bükülerek
Yerinde kalır, bir Roman’ın akşam yemeği gibi.
Bir sırığa asılmış bohçalar, bir el arabasında mobilyalar,
Hanımlarımız bahçede ya da cam kenarında
Gün ışığı altında, çocuklar, analar, babalar, dostlar,
Bizim kendi kollarımız bacaklarımız ve ıvır zıvır,
Hepsinin ipini çekivermiş bu Roman Talih.
Böyle olmasaydı, Allah’la birlikte olurduk,
Ama bunların hepsinden geriye, önünde sonunda,
Hiç ama hiçbir şey kalmayacak elimizde.


Hagop’un beni faytonla eve götürme zamanı geldi,
Titreşen kadınlarımın ve bir küvetin olduğu eve,
Banyo, yemek ve saat onda bir iyi geceler bozası,
(Dostu kiremitlerimdeki yağmurun, ağaçlarımdaki yelin,
Kayalarımdaki dalgaların, dostu uykunun.)

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.