İvi Stangali: Ressamı Hatırlamak

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Hayatı boyunca kendini Rum ya da Türk olarak değil sadece bir ressam olarak tanımlayan İvi Stangali, 1950’lerin İstanbulu’nda oldukça hareketli ve renkli bir dönemde varlık göstermişti. Çok sayıda dostu olmasına rağmen, yaşam öyküsü neredeyse hiç dillendirilmemişti. Onu nasıl yazmalı, nasıl anlatmalıydık? Sula Bozis’in girişimiyle İvi’nin kızı sevgili Maya Stangali’nin arşivinde bulunan sanatçıya ait defterler, kartpostallar, mektuplar vb belgelerden hareketle bir çalışmaya koyulduk. Uzunca bir araştırmanın sonunda erişebildiğimiz tüm bilgileri değerlendirdik. İzini sürebildiğimiz ölçüde ve tabii ki onun bize hissettirdiklerinin derinliğine inebildiğimiz kadarıyla İvi’yi anlatmaya, hatırlatmaya ve yeniden doğmasına, bilinirlik kazanmasına yönelik bir çaba sarf ettik. Masalların başında duymaya alıştığımız ‘bir varmış bir yokmuş’ sözünün İvi Stangali’nin yaşamı için ne kadar da acı verici bir gerçeğe dönüştüğünü hiç unutmadan, onu kaybolduğu yerden alıp, vatanı olarak gördüğü yere, sahip olduğu en önemli kimliği ressamlığıyla, ait olduğu zamana, hak ettiği şekilde yeniden yerleştirmek istedik.
Çünkü, bunu ona borçluyduk.”

İvi Stangali’nin dünyaya geldiği 1922 senesi Anadolu direnişinin en yoğun yaşandığı yıldı. Ülke adeta yangın yeri gibiydi. İşgal altındaki İstanbul’da hayat normal gibi görünse de herkesin kulağı cephedeydi. Nihayet beklenen haber 9 Eylül’de gelmiş; İzmir geri kazanılmıştı. Fakat bu haber başkentte ikamet eden bazı Yunan uyruklu aileleri tedirgin etmiş, içlerinden kimileri İstanbul’dan ayrılmaya karar vermişlerdi. Stangali Ailesi ise hiçbir endişeye kapılmaksızın, kendilerini ait hissettikleri yerde; İstanbul’da kalmayı seçerek bir yerde kendi vatanlarını da belirlemişlerdi.

O yılın 29 Mart’ında dünyaya gelen İvi bebek, Stangali Ailesi’nin ilk bebeğiydi. Tesadüf bu ya, bir bebeğin büyüme süreciyle bir ülkenin kendini var etme süreci eş zamanlı seyredecekti. Nitekim İvi’nin bebeklikten çocukluğa ve ergenliğe geçeceği yıllar, Türkiye için de bir tür yeniden doğuş sonrası yaşanan gelişmelere sahne olacaktı. İvi ortaokul yıllarındayken Cumhuriyet’in de 10. yılı geride kalmış, büyük bir coşku ve azim duygusuyla toplum kuşatılmıştı. Ortaokul yılları da bu çok çalışan, üreten, kendini bir anlamda yoktan var eden toplumun içinde yaşanmış olmalıydı. Dostoyovski, Çehov, Kafka ve James Joyce’u Fransızcadan okumaya başladığı yıllar tam da bu zamanlardı. Bu yönüyle İvi hem Rum cemaati içinde hem de yaşıtları olan diğer gençler arasında farklı bir dünyaya ilgi duyduğunu göstermeye başlamıştı. Ayakları yere sağlam basan, sorumluluk sahibi ve çalışkan bu genç hanımın okumaya olan merakı Zapyon Rum Kız Okulu öğretmenleri tarafından da görülmekteydi. Özellikle edebiyat derslerindeki başarıları dikkat çekiyor ve ailesi de gurur duydukları İvi’nin yüksek öğrenim için ileride Sorbonne’a gideceğinin hayallerini kuruyordu. Fakat İvi’nin mesleki açıdan ilgisi bu yönde değildi. O edebiyat ya da felsefe okumak değil, sanat eğitimi alıp ressam olmak istiyordu ve bunun için de önce ailesini ikna etmesi sonra da Akademi’ye giriş sınavlarını vermesi gerekiyordu.

İlk aşama Fransız eniştesi Paul Martin’in muhalefeti sebebiyle hemen aşılamadı, eniştesi masraflarını ödeyeceğini açıkça dile getirerek bu denli okumayı seven yeğenini illa ki Paris’e götürme arzusundaydı. İvi ise olanca gençlik inadıyla direniyordu, neticede ikna olan Paul Martin oldu ve İvi izni kopardı ama ikinci aşama daha zordu zira İvi’nin anadili Rumcaydı ve Fransızcası da hayli ileri düzeydeydi. Ne var ki Akademi’nin mülakat sınavlarını verecek kadar Türkçeye hâkim olmayışından endişe ediyordu. Sonunda 20 yaşındayken (1942) Misafir Öğrenci statüsünde Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını yaptırmayı başardı. Akademi’ye girişiyle beraber İvi için yeni bir dilde ve yeni bir ifade biçiminde kendini var edeceği bir dönem başlıyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.