Her Aşk Gibi Yarım

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Doğan Yarıcı’nın ince ince işlediği dilinden, gözlerine perde inenlerin gönül gözüyle gördüklerinde, hayallerde, umutlarda, korkularda Boğaz’ın kör kuytularına eğilen, sırtını unutulmaz eski filmlere dayayan yeni bir roman...
Güneş alçalıp gölgeler çekildiğinde gölgelerin birleşerek konuştuğu bir semte, Beykoz’a ve gülerken bile puslu, efkârlı bakan Beykozlulara bir güzelleme. Roman kişilerini Nüvit Özdoğru’dan Neriman Köksal’a, Muzaffer Tema, Yıldırım Önal, Fatoş Sezer, Vahi Öz, Altan Erbulak, Necdet Tosun, Gülistan Güzey’e varana kadar gelmiş geçmiş pek çok sinema oyuncusuna “oynatan” Doğan Yarıcı, romanın kurgusunu da bir sinema filmi gibi çatmış; romanın anlatıcısı ise yine yazar gibi bir Beykozlu: Sadri Alışık. Sinema metaforu hayatın seyirlik bir oyun olduğunu vurgulamasının yanı sıra, bir sanat olarak gördüğü baskılarla da dönemlerin sindirmeci zulüm politikalarını da simgeliyor. Karanlıkta, beyaz bir perdede hayat yansıyıp sona eriyor. Her son, belki de bir başlangıç. Her şey başladığı gibi bitiyor. Belki de son diye bir şey yok. Sadece korkularımız var.
İlk öykü kitabı Evlâ 1993 yılında yayımlanan, 1994 yılında yayımlanan ikinci öykü kitabı Kemik ile 1994 Yaşar Nabi Nayır Ödülü birinciliğini kazanan ve 2004 yılında kıpkısa öykülerini topladığı Gece Kelebekleri YKY’den çıkan Doğan Yarıcı’nın ilk romanı Kıyıda 2007 yılında okuruyla buluşmuş, Radikal Kitap’ın “Okunması Gereken 150 Türk Romanı” listesinde yer almıştı.

“Seksenine merdiven dayamış, bedeninden yalnızca giysileri değil, kolları bacakları elleri ayakları kafası omuzları da sarkan bu uzun boylu yaşlı adam, yattığı yerde hüngür hüngür ağlıyordu. Kederin mahremiyeti. Çocukken kandırırdı çevresindekileri, körler ağlamaz. Tutamıyordu şimdi gözyaşlarını. Bir şeye üzüldüğünden değil; bitkinlikten, yorgunluktan. Öfkelendiğinden değil; susmaktan, anlatamamaktan. Düşünceleri sözlere dökülmemişti hiçbir zaman. Ne düşündüğünü asla söylememişti. Aklını açamazdı ki. Aklı anca kendine yettiydi. Oysa ömründe ilk kez birini istiyordu. Şu an. Yanında. Anlatmak. Kim olursa. Yetmiş küsur yıl boyunca sustuğu her şeyi çıkarmak ortaya. Hep buradaydı. Hep yalnız. Kimsesiz. Hiç şikâyetçi olmamıştı ama. Olmazdı da. İyiydi böyle. Böyle hayatta kalmıştı. Her şeyden uzak bildiği bu koyda. Dünyanın bir ucunda. Fakat işte bugün, dünyanın ne kadar küçüldüğünü, küçücük olduğunu anlamıştı bir kez daha. Gitmediği, anlayamayacağı kadar uzaktaki, çok uzaktaki yangının nasıl da büyüyerek buralara uzandığını. Gelmez denenin nasıl da kapıya dayandığını. İki ateş arasında nasıl da sıkışıp kaldıklarını! Savaşa bulaşmasan da savaş sana bulaşıyordu mutlaka, artıklarıyla da olsa.
Niye şaşırıyordu ki buna? Neden şimdi yadırgıyordu? Ömrü böyle geçmemiş miydi? Kendini bildi bileli korkular aynı. Aynı şeyleri dinleyerek büyümüş, yaşamış, hep durmuştu. Daha önce böyle bir şeye ağlayıp ağlamadığını düşündü. İlkinde de ağlamış mıydı, dünyanın gördüğü ilk savaşta? Bazı ilkleri neden anımsamıyordu insan? İkinci yüzünden mi? Gökyüzünü gördüğü ilk günü örneğin? Bulutların kayışını. Güneşin batışını ilk ne zaman izlediğini? Kendi başına ilk çorbayı içtiği sabahı. Elinin kesildiği ilk öğleden sonrayı. İlk ağlayışını. Önce sağ, çok geçmeden sol gözünün yavaş yavaş perdelenişini, kapanışını, karanlığa gömülüşünü.

Hepsini anımsıyordu Hüsam.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.