Gecenin Atları - Konstantiniyye Üçlemesi III

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ali Teoman’ın ve “üçleme”nin son romanı: "Gecenin Atları"

Ali Teoman’ın ölümünden iki ay önce bitirip YKY’ye teslim ettiği son romanı Gecenin Atları yayımlandı. Böylece "Uykuda Çocuk Ölümleri" ve "Karadelik Güncesi"yle birlikte Teoman’ın kurduğu “Konstantiniyye Üçlemesi” tamamlanmış oldu.

Tajikomik olaylarla dolu, düpedüz grotesk ve fantastik bir dünyaya çeken bir roman.

Bilim-din, mutluluk-mutsuzluk, hastalık-sağlık, kaza-kader, zaman ve ölümsüzlük gibi can alıcı konularla hesaplaşmalar türlü dil oyunlarıyla, ironik tanımlamalar ve betimlemelerle, karamizah yüklü adlandırmalarla, sivri metaforlar ve çarpıtmalarla, kısacası görkemli bir dil büyüsüyle adeta şenliğe dönüşüyor.

Ali Teoman’dan coşkulu ve atak bir son roman: Gecenin Atları

Bakışlarımı masanın çevresinde oturmakta olan dört öğrencimde gezdiriyorum. Adım gibi biliyorum ki, kendiliklerinden söz almayacaklar, benim ellerime bırakacaklar yazgılarını. Ben birisini seçmek zorunda kalacağım, hep olduğu gibi. Hepsini tek tek tepeden tırnağa inceliyorum. Hiç oralı değilmiş havalarındalar. Gören de burada başka bir iş için toplandığımızı sanır! Dördü de benimle göz teması kurmamaya özellikle dikkat ediyor. Sanki ben orada yokmuşum gibi, odanın loşluğunda belirsiz bir noktaya, tavana, duvara ya da döşemeye bakıyorlar. Yüzlerindeki hafifçe mustarip inkıbaz ifadesi, can sıkıntısından patladıklarını bile düşündürtebilir. Odada çıt çıkmıyor, hani havada sinek uçsa duyulacak, denir ya, öyle... Güleceğim geliyor birden, sinirli bir kahkaha patlatmamak için kendimi zor tutuyorum. Şu anda pekala ıslık çalıyor da olabilirlerdi ve bunu hiç yadırgamazdım. Elleri cebinde, yürek Selanik, bir gece vakti ıssız bir mezarlıktan ıslık çalarak geçen küçük bir çocuğa o kadar benziyorlar ki bu halleriyle! Ama korkunun ecele faydası yok. Kaderleri iki dudağımın arasında. Az sonra birisinin adını telaffuz edeceğim ve canı istese de istemese de, arslanlarla dövüşmek zorunda kalacak arenaya çıkıp. Şu işe bak: Arslanlar, yani ben! Morituri te salutant! Açıkçası, tuhaf bir durum... Aynı anda hem tek kişi hem de çok kişi olmayı nasıl beceriyorum, bunu ben de anlayabilmiş değilim. Doğuştan gelme bir yetenek olmalı bu, ben henüz ben olmadan belirlenmiş birşey. Hem benim, hem başka biri. Hem Psikolojik Kazıbilim (PSİKA) uzmanı, bilgili ve saygıdeğer, dediği dedik, bir sözüyle yüreklere ürkü salan Prof. Dr. Bahtiyar Bahtıkara, hem kendini tamamen güdülerinin yönetimine bırakmış, patetik bir zavallı, korkular ve batıl inançlar yumağı körkütük bir karacahil, hayır, aslında bir insan bile değil, bir insan müsveddesi, bir yaratık, bir garibe-i hilkat, bir... bir... bir şey... Evet, bu doğru: Bir şey. Canlı bile sayılamam ben, cansız bir nesneyim, iri bir et parçası, et, kan, kemik ve kıkırdaktan oluşan amorf bir kitle... Gecenin bir yarısı, hiçbir neden yokken, beter bir yürek sıkışmasıyla uyanıyorum ve bir daha da uyku girmiyor gözüme. Oflaya puflaya yataktan kalkıyorum, yatak odasının kimbilir ne kaygılara gebe tekinsiz karanlığında biryere çarpıp birşey devirmemeye gayret ederek banyoya gidiyorum ve lavabonun üzerindeki, sırı rutubetten yer yer dökülmüş aynada kendime bakıyorum. Karşımda yıllardır gördüğüm surat: Bu gerçekten ben miyim? Bir kanser uru gibi pörtlemiş, orası burası sarkmış bu şişkin gövde nasıl olur da bana ait olabilir? Oysa daha dün liseye giden incecik bir delikanlıydım. Nasıl geldim bu hale? Beni ne bu hale getirdi? Bu biçimsiz gövdenin içinde, kafesteki bir kuş gibiyim, çırpınarak kendimi tellere çarpıyorum, ama beyhude... Buradan kurtulmam, dışarı çıkmam, özgür kalmam olanaksız. Kendi gövdemde hapisim, avareyim, avarakasnağım, yersiz yurtsuzum... Başımı sokacak bir saçakaltı dileniyorum. Yağmur başladığında gidebileceğim biryer olmalı, bir sığınak... Öyle biryer var mı? Soruyorum: Var mı? Ama yanıt yok. Hiçbirinin gönüllü olmayacağı belli. Kararımı bildirmeden önce, son bir kez daha göz gezdiriyorum. Ellerinde ödevleri, masamın çevresindeki iskemlelerde rahatsız bir biçimde oturuyorlar. Sanki sıkıntılı bir aile fotoğrafında kerhen poz verir gibiler. Soldan başlıyorum. En başta Mustafa Mushaf. Ekmek mushaf çarpsın ki o! Üzerinden düşmeyen, rengi atmış, yeşil, eprik parka sırtında. Uzun kumral saçları karman çorman ve kimbilir haftalar, belki de aylardır yıkanmadıkları için pis. Aramızda bir kulaç mesafe olmasına karşın, düşgücümü biraz zorlasam, teninden yayılan ağır kokuyu duyacağım. İrinli sivilcelerle kaplı kırmızı burnuyla ince ve renksiz üst dudağı arasındaki uçsuz bucaksız boşlukta göze çarpan silik gölgeden anlaşıldığı kadarıyla, hemen hemen on gündür tıraş olmamış olsa gerek. Çopur denebilecek kadar bozuk, engebeli, delik deşik bu cildi tıraş etmek, korkunç bir işkence olmalı. Onu hayalimde Beckett, Céline ve Dostoyevski arasında muğlak biryere yerleştiriyorum: Umutsuz, karamsar, isyankâr, küstah, ağzıbozuk ve romantik. Kısacası, o benim Raskolnikofum. Onun hemen sağında Mahmud Mahdud. Ne yalan söylemeli, ebat olarak gerçekten de ziyadesiyle mahdut bu zat, öyle ki neredeyse piyasadan kalkacak! Kimbilir belki de ona çocukken bu kadar sık banyo yaptırmamalıydılar. Fazlaca yıkandığı için çekmiş olmalı. Gerçi onu ‘boy fukarası’ diye adlandıracak kadar zalim olmak gelmiyor içimden, ben kötü bir adam değilim. Ama ne yalan söylemeli, boyunun ancak iki arşın civarında olduğunu sanıyorum. Ağırlığı ise, kabaca bir tahminle, olsa olsa benim dörtte birim kadar olmalı, yani otuz okka. Bu yüzden, Mustafa Mushaf’la tuhaf bir çift oluşturduklarını düşünüyorum. Geviş getiren nemrut bir Hecin devesine benzettiğim, benim yarım ağırlığımda olmasına karşın benden birkaç parmak uzun, ağırkanlı ve hırpanî arkadaşının yanında, olduğundan daha da ufak gözüktüğü için değil yalnızca; onun tersine, şu anda oturmaktayken bile bir an rahat durmaması, elektrik akımına kapılmışçasına elini ayağını sürekli sallaması, tepside taşınan jöle gibi titremesi yüzünden. Rüzgârlı bir deniz yüzeyi gibi kıpır kıpır hep, kavruk bedeninin her azası laçka olmuşçasına ayrı ayrı oynuyor. Bu yüzden onu Rabelais’ye, Shandy’ye ve Dickens’e benzetmek geliyor içimden. Herhalde minik bir sincabı andırdığı için: Her an çevreyi kollayarak elindeki cevizi telaşla dişleyip gövdeye indirmeye uğraşan ürkek bir kemirgen. Onun yanında, az önce lafı ustaca ağzına tıkadığım için süklüm püklüm oturmakta olan Midhat Midyat. Ufak ve akça pakça sağ elinin yumuk parmakları, yelek cebindeki saatin gümüş kösteğiyle oynuyor. Onda biraz kendi gençliğimi görüyorum. Tam bir küçük beyefendi, bir iyi aile çocuğu. Ya da muhallebi çocuğu mu demeliyim? Anne babasının sözünden çıkmadığına yemin edebilirim. İki dirhem bir çekirdek, sinekkaydı tıraşlı, toraman ve alyanak. Ama o tombul yanakları çökmüş şimdi, az önce musmuru yediği için yüzünde ağlamaklı bir ifade var. Kemik çerçeveli gözlüğünün şişedibi camları hafifçe nemlenmiş, dolgun dudakları zurna gibi hafifçe öne doğru uzamış, neredeyse acı acı uluyacak. Onun hakkında çelişik düşüncelerim var: Kimi zaman Kafka’ya, kimi zaman Joyce’a benzediğini düşünüyorum, ama bu haliyle iflah olmazcasına gülünesi olduğu gözönüne alınırsa, daha ziyade Svevo ve Frisch. Nihayet onun sağ tarafında ise latilokum Mümtaz Mümkün Bey. Mümtaz diyorum ya, aslında düpedüz bir ironi bu: Bu haliyle herhangi bir konuda imtiyaz sahibi olmasına imkân var mı? Onu nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum. Öylesine vasat ki: Ağzı, burnu, gözleri, kulakları, saçı, boyu bosu, giyimi kuşamı, konuşması, hareketleri... En ufak bir aşırılığı, onu diğerlerinden ayırmamı sağlayacak en ufak bir özelliği yok, âdeta özelliksiz. Yumuşak, pürüzsüz ve kaygan, tıpkı homojenize margarin gibi. Eğer karikatürcü olsaydım, düşünüyorum da, herhalde çizmekte hayli zorlanırdım bu suratı ya da düpedüz pes ederdim. Onu sarakaya almak için baş vurabileceğim uygun bir benzetme bulamıyorum. Bu kadar vasat bir insanı neye benzetebilirim ki? Onu anlatmaya çalışırken, binlerce başka insanı anlatmış olmaktan çekiniyorum. Bütün insanlara benzeyen bir insan: Herkes, bu yüzden de aslında hiçkimse. Sonuçta boşa gitmiş bir emek olmaktan öteye geçmez gayretlerim. Onun kusursuz burjuva duyarlığını, düşgücü yoksunluğunu ve iç sıkıcılığını anlatmak için Tolstoy ve Mann’dan daha iyi bir benzetme bulamıyorum. Diğer bir deyişle, birbiriyle neredeyse taban taban zıt dört karakter... Ama işe bak ki, kaderleri aynı, aynı dertten mustaripler: Diplomalarını aldıktan sonra, yüksek lisanslarını yapmak için benim kürsüme başvurdu dördü de. Ben onların tez yönetmenleri, mentorları, önderleri, kısaca herşeyleriyim. Eee, öyleyse kendi düşen ağlamaz! Birlikte belirlediğimiz tez konularında yaptıkları araştırmaları ben denetliyorum. Doğrultularını ben saptıyorum. Bu poker partisinde onlar benim kare valem: Trefl, kör, pik, karo; dört esas oğlan, dört vale, dört atuşağı, dört bacak –değil mi ki baş benim ve onlar benim elim ayağım, dış dünyadaki temsilcilerim?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.