Dayanacak Bir Bacak

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"Karısını Şapka Sanan Adam" kitabıyla büyük ilgi gören ve ilginç nörolojik vakaları “insancı” bir bakış açısıyla anlatan Dr. Oliver Sacks, "Dayanacak Bir Bacak"ta bu kez hasta koltuğuna kendisi uzanıyor.

Norveç’te ıssız bir dağda bir boğayla karşılaşması, bacağının sakatlanmasına neden oluyor. Geçirdiği rutin olması beklenen operasyondan uyandığında bacağının vücudunun bir parçası olmadığını hissetmesiyse şaşırtıcı bir tıp yolculuğunu başlatıyor. Hastane yaşamını, doktor-hasta ilişkilerini ve hastanın bedenine yabancılaşmasını bir tıp adamı gözüyle anlatıyor Sacks. Hastalık ve iyileşme dönemine dair bu deneyimler, “hasta olma” haline dair sürükleyici bir anlatı olmanın yanı sıra, kimliğin bedensel temelleri üzerine aydınlatıcı bir inceleme sunuyor.

Ayın 24’ü Cumartesi sabahı hava kapalı ve kasvetliydi ama günün ilerleyen saatlerinde düzeleceğe benziyordu. Tırmanışa erkenden başlayabilir, aşağıdaki meyve ağaçlarının arasından geçerek öğleye doğru dağın tepesine ulaşabilirdim. O zamana kadar belki de hava açar, zirvede harika bir manzarayla, ayaklarımın altında Hardanger fiyorduna uzanan alçak tepelerin ve fiyordun tümünün görülebildiği bir manzarayla karşılaşabilirdim. “Tırmanış” kayaları ve ipleri çağrıştırır. Ama bu o tür bir tırmanış değildi, yalnızca dik bir dağ patikasını tırmanacaktım. Herhangi bir sorun ya da zorlukla karşılaşacağımı düşünmüyordum. Güven ve keyif içinde yürüyüşün bir an önce gerçekleşmesini bekliyordum.
Kısa bir süre sonra yürüyüşüm başladı – rahat, uzun adımlarla, bir yandan bir yana salınarak hızla yol alıyordum. Şafaktan önce yürümeye başladım, yedibuçuk sularında 600 metreye çıkmıştım. Sabah sisi dağılmaya başlamıştı bile. Önüme yürümemi yavaşlatan karanlık bir çam ormanı çıktı. Yavaşlamam biraz yolu kaplayan kökler biraz da ormana sığınmış minik bitkiler yüzündendi, yeni bir eğrelti otu, yosun ya da likenle karşılaştığımda mutlaka durup inceliyordum. Yine de dokuzu biraz geçe ormandan çıkmayı başardım ve fiyordun üzerinde 1800 metre yükselen büyük tepenin eteklerine vardım. Burada bir çit ve bir bahçe kapısıyla karşılaşınca şaşırdım, kapının üzerinde daha da şaşırtıcı bir uyarı vardı:

 

BOĞAYA DİKKAT!

 

Yazı Norveç dilindeydi, okuyamayanlar için de birini kovalayan komik bir boğa resmi yer alıyordu.

Durdum, resmi dikkatle inceledim ve kafamı kaşıdım. Dağın tepesinde bir boğa mı? Bir boğanın burada ne işi var? Aşağıdaki otlaklarda ve çiftliklerde koyun bile yoktu. Bu belki de bir tür şakaydı, tabela oraya köylüler ya da tuhaf bir şaka yapmak isteyen bir tırmanıcı tarafından konmuştu. Ya da gerçekten bir boğa vardı ve uçsuz bucaksız bir dağ otlağının ortasında otlarla ve çalılarla besleniyordu. Bu kadar tahmin yeter! Yola devam! Toprağın yapısı yine değişmişti. Orada burada kocaman kayaların olduğu taşlık bir yola dönüşmüştü; ama yer yer önceki gece yağan yağmurla çamur olmuş yumuşak toprak da vardı ve koca bir dağa hâkim bir hayvana yetecek kadar ot ve çalılarla kaplıydı. Patika çok dikti ve taşlarla işaretlenmesine rağmen yine de az kullanıldığı belliydi. Dünyanın kalabalık bir köşesi olmadığı kesindi. Benim dışımda başka kimse yoktu ve sanırım köylüler de çiftçilik, balıkçılık ve diğer faaliyetlerle dağlara çıkamayacak kadar meşguldüler. Ne güzel! Bütün dağ benim! Dağın tepesini göremesem de 900 metreye kadar tırmandığımı tahmin ediyordum ve önümdeki patika dik olmasına karşın, planladığım gibi öğleye kadar zirveye tırmanabilirdim.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.