Yuvayönelik

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

İsmail Ertürk’ten denememsi öyküler "Yuvayönelik"

Edebiyat ve sinema yazılarıyla bilinrn İsmail Ertürk bu kez anlatının sınırlarında dolaşıyor. Ön kapakta “ÖYKÜ” yazsa da, yazarı bu kitabı için “özöykeme” diyor.
Nedir özöykeme ve neden özöykeme?
Tamamıyla özyaşamöyküsel ve neredeyse deneme oluşları buradaki metinleri “anlatısal”lıktan uzaklaştırıyor. Yani yazar, klasik öykünün sınırlarını aştığının farkında ve okurunu dürüstçe uyarıyor.
Deneme, gezi yazısı, düşünsel makale ile anlatı arasında kararsız ama birbirleriyle kesinlikle ilişkili dört gezgin-melez metin, türetilmiş bir kavram olan Yuvayönelik’te buluşuyor.

Mosi oa Tunya
İnsan, yeryüzünde dolaşsa, gökleri geçse
gene kendisinden ayrılamaz, buna imkân yoktur.
Mevlânâ Celâleddin
(aktaran Abdülbâki Gölpınarlı)
 
Başını, kendinden uzun kız arkadaşının göğsüne gömmüş hüzünlü erkeğin yanından geçerken sustuk. Kız, kolları arasına aldığı başı sağ eliyle usulca okşuyordu. Bu görüntü dikkatimi dağıtır, sol avcumda tuttuğum anı uçar gider diye sımsıkı yumdum avcumu. Bizi duyamayacakları bir uzaklığa geldiğimizde, kılavuzum Sekeletu, karşımızda bütün görkemiyle gümbürdeyen ve üç kilometrelik eni, yüz on bir metrelik yüksekliğinden çevreye yaydığı su püskürtüsüyle seyredenleri ıslatan Mosi oa Tunya çavlanının kıyısındaki köprüyü işaret etti. “Tim’deydi bugün öğleden sonraki atlama sırası. Dün senin katılmaktan vazgeçtiğin safari gezisinde kafasını cipin tavanına çarpıp bayıldığı için doktor atlamasına izin vermedi. Kız arkadaşı Fiona vazgeçirmeseydi, doktoru dinlemeyip atlayacaktı. Beş yıldır sabırsızlıkla bekliyormuş Victoria Çavlanı köprüsünden şu ‘banci’ denilen atlayışı yapmayı.” Dönüp bir başka gözle baktım Tim ile Fiona’ya. Ancak avcumdaki anıyı kollamayı bırakmadım, yumduğum sol elimin gevşememesine dikkat ettim. Güneş batana değin avcumu açmamam gerek, anının, Schylar’ın bakacağı el falımda görünmesi için.
Schylar’ın, benden istediği üç anıdan ilki gerçekleşmişti. Schylar ile Harrismith’de buluşacağım güne değin iki anı daha oluşturmam ve onları, el falıma girebilmeleri için, avcumda güneş batana ya da doğana değin tutmam gerekiyordu. Ne zaman ve nerede gerçekleşeceği önceden bilinmeyen ancak oluştuklarında hemen ayrımına varılan anılar. Güney Afrika’da artık soyu tükenmiş bir San kabilesinin inançları doğrultusunda avuçta toplanan fal-anılar. Bunları düşünürken bakışımı Tim ile Fiona’nın üzerinde bırakmışım. Fiona yakaladı bakışımı. Suçluluk duyup, böyle anlarda hep olduğu üzere, gözlerimi, Zambezi ırmağının o noktasındaki görkemli çavlanı Mosi oa Tunya’ya ve yanındaki 20. yüzyıl başında kurulmuş ancak artık kullanılmayan, Zimbabve ile Zambiya’yı birleştiren, zamanının güzel bir mühendislik örneği olan Victoria Çavlanı Köprüsü’ne çevirdim. Avcumda tuttuğum anı, Mosi oa Tunya. Ya da onu ilk gören Avrupalı, ünlü 19. yüzyıl gezgin ve misyoneri İskoç Livingstone’un, kraliçesine yaranmak ve gezilerine destek alabilmek için verdiği adla Victoria Çavlanı. Mosi oa Tunya, Gümbürdeyen Duman, onca yol ve yıldan sonra kıyısına varıp durduğum Afrika’daki bu çavlan, yuvama binbir yoldan geri dönme dansımın, burgaç-dansın yeryüzü ayaklarından biri. Yerlem-ben oluşturduğum bir sapma anı aynı zamanda. Schylar’ın beni, Quathlamba dağlarındaki mağaraya götürmek için koyduğu koşulu, avcumda üç anı toplama koşulunu, tamamlamama yarayacak bir an.
Dün sabah oteldeki kahvaltıda karşılaştığım, paleontolog anne Meave Leakey ve kızı Louise’in dediklerine göre iki milyon yıl öncesine değin uzanan bir insan tarihi varmış Mosi oa Tunya’nın. Çavlana, “gümbürdeyen duman” anlamına gelen Mosi oa Tunya adını veren, Zulu kabilesinin kollarından biri ve artık soyları tükenmiş Makololar bile Güney Afrika’dan buraya 18. yüzyılda, Livingstone’dan yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce yerleşmişler. Dünyanın en güzel manzaralarından biri sayılan bu çavlan, tasarıları arasında Zambezi ırmağını ticari teknelere açmak ve Doğu Afrika’da Portekizlilerin köle ticaretine son verdirmek olan; bu yolla iktisadi ve siyasi denetimin Portekizlilerden İngilizlere geçmesini amaçlayan; kilisenin, misyonerlikten sapıp abdal olmakla suçladığı Livingstone’u, ırmağın kendisi denli ilgilendirmemiş.
Demiryolu köprüsü, 1904’te başlayıp 1905’te biten bir ek, doğaya. Sınırlarını çizip ülkeye kendi adını veren dönemin İngiliz sömürge valisi Cecil Rhodes yaptırtmış. Ve İngiltere’nin Darlington kentindeki Clevland şirketine demiryolu köprüsünü ısmarladığında, köprünün çavlandan uzaklığını incelikle hesaplatmış. Gerçekleşmemiş daha büyük, Afrika’yı güneyde Ümit Burnu şehrinden kuzeyde Kahire’ye birleştirecek demiryolu projesinin bir parçası olan bu demiryolunda; Afrika’nın sıcağında yolculuk eden tren yolcuları hem doğanın görkemini seyretsin hem de açık pencerelerden içeri girecek çavlandan yayılan su püskürtüsüyle serinlesinler istemiş. Milimi milimine tutmuş hesap, ısmarlanan demiryolu köprüsü Darlington’dan gelip kanyonun üstüne yerleştirildiğinde. Artık demiryolu olarak kullanılmayan bu köprü, son yıllarda, Tim gibi çağdaş beyaz serüvencileri üzerinden banci atlayışı yapmaya çekiyor. Sekeletu, Victoria Çavlanı Köprüsü’nün dünyanın önde gelen banci atlama noktası olduğunu, beş yıla varan bekleme listesi olduğunu vurguluyor.
Bilge Karasu’nun bir masalından devşirerek: bu öykünün başında, ortasında, sonunda, Mosi oa Tunya ve onun hemen yanındaki demiryolu köprüsünün birlikte oluşturdukları imge var. Bütün öykü bu imgenin çevresinde birikip toplanıyor, düzenleniyor, canlanıyor, sağılıp gidiyor. Ayrıca, bir ırmak gibi akıyor. Döküldüğü yer ya da tükendiği yer bilinir, bir ırmağın. Öykünün sonu ya da bitmemişliği ortadadır, görünür kılınır. Ancak, ne bir ırmağın ne de bir öykünün başlangıç noktaları, doğdukları yer aynı kesinlikle bilinemez, apaçık değildir. Bir ırmak gibi kıvrıla kıvrıla, kendine yol aça aça akan bir anlatı, bu. Kolları da olan.
İşte ırmak, bu noktaya geldiğinde bir çavlana dönüşmüş; yeryüzüyle, yatağıyla yaptığı anlaşma bu. Kişioğlunun seyri ve katılımı ise bir başka boyutu işin. Sekeletu, o anda köprü üzerinde süreduran atlama hazırlıklarını izlediğimi sanarak beni şaşırtan yorumunu yaptı, anlayamıyordu –yüzündeki anlatım da pekiştiriyordu söylediklerini– neden onca uzaklardan insanların gelip böylesi bir atlayış yaptıklarını. Halen Fiona’nın göğsüne başını gömmüş olan Tim’e doğru çevirip bakışını, konuşmasını sürdürdü, “Beş yıl bekle, sonra beş saat, gövdenden ve ayak bileklerinden halka ve esnek banci ipiyle köprü üzerindeki vinçe bağlanma merasiminden geç ve kendini aşağıya at. Bir ipin ucunda, boşlukta baş aşağı sallanmak için. Deli olmalı insan böyle bir şeyden hoşlanıyorsa.” Sekeletu, beyazlara, beyazların Afrika’daki yerlilere baktıkları gibi bakıyordu. Ve anlamıyordu beyazın banci atlama törenini. Ona, banci atlayışıyını, beyazların, Güneybatı Pasifik Okyanusu’ndaki Pentecôte Adası’ndaki yerlilerden öğrendiklerini söyledim. “Ancak onlar 24 metre yükseklikten atlıyorlardı, 111 metre değil. Ve altlarında böylesi bir çavlanın sağır edici sesine boğulmuş, dar ve kayalık bir vadiye sıkışmış, azgın burgaçlarla fokurdayan bir ırmak yok” diye yanıtladı. Korkusunu vurgularcasına bakışlarını Mosi oa Tunya çavlanının dibindeki azgın kanyona çevirdi. Gözlerindeki korku okunabiliyordu. Tim, ona anlatmış banci atlayışı tarihini. Kafasını, anlamakta güçlük çektiğini belirtmek için iki yana salladı ve benden izin isteyerek genç adamla kız arkadaşının yanına doğru yürüdü.  
Bir sapma anı daha: zaman-ben’imin türevi bir “yerlem-ben” de Mosi oa Tunya’nın, Gümbürdeyen Duman’ın, Victoria Çavlanı’nın sularına karışıyor. Bir ‘ben’ bırakıyorum, Orta Afrika’nın yüksek yaylalarında başlayıp Hint Okyanusu’na dökülünceye değin üç bin beş yüz kırk beş kilometreyi yalnız kendi yaşında bir usul sesle paylaşarak akan Zambezi’nin en görkemli noktasına. Yeryüzünü düşünüyorum. “Dünyanın neresinde duruyorum?” sorusuna yanıt arıyorum. Sol avcumu, el kaslarımın yorulmasından dolayı gevşediğini ayrımsayıp daha sıkı yumuyorum. Çavlanın suları içine karışmış yerlem-ben’im sularla birlikte dökülüyor. Oraya öylece bırakıyorum yerlem-ben’imi. Mosi oa Tunya’da bir yerlem-ben’im kalıyor. Yeryüzünde hareket halinde yeryüzünü düşünürken, bazı yerlerde, şimdi Zambezi Nehri’nin bu noktasında Mosi oa Tunya’da olduğu gibi, bir “ben” oluşuyor. O yere özgü. Kendimle geri dönmeyen, kendimden bir parça olarak orada kalan bir “ben”; kendimden çok küçük, gözle görünmez bir açıyla sapan bir “ben”. Kendimin metafiziği. Afrika’nın fiziğine; jeoloji, canlı, toplum ve kültür tarihlerinin birbirine karışarak oluşturdukları fiziğe çarpıyor kendi metafiziğim, Mosi oa Tunya’da. Çavlana ve köprüye, suyun beyazlığı ile demiryolu köprüsünün karasına bakarak metafiziğimi kuruyorum. Metafizik kaygılarıma (yerlem-ben), tinsel kaygılarıma (yuvama dönmenin binbir yolu); “kara kıta”da, doğa ve kültür karışıyor. Karışmasıyla da, Hegel’i yanlış bir ilaç kabul ettiğimden, çavlanın dibindeki fokurdayan burgaçlar gibi duyumsuyorum kendimi. Avcumun içinde el falıma yedireceğim üç anıda toparlamaya çalışacağım kendimi ama: yitip gitmek değil işim, tek parça yuvaya dönmek, yolun sayısını binbirden ne bir azaltıp ne de bir çoğaltarak.
* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.