Sivrisinek Sahili

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ayrıksı ve sivri dilli mucit Allie Fox ABD’den ve temsil ettiği her şeyden nefret etmekte, insanlığın ve kendisinin daha iyi bir dünyada yaşamayı hak ettiğine inanmaktadır.
Medeniyet en başından yanlış kurgulanmış, insanlık da aptallığıyla dünyayı felakete sürüklemiştir. Ama kendisi “son insan”dır ve açıkça ifade etmese de dünyayı kendisinin kurtaracağına inanır. Bir gün dört çocuğu ve karısını alıp arkasına bile bakmadan ülkesini terk eder ve Honduras’a ütopik bir düzen kurmaya gider. Sivrisinek Sahili adlı bölgede her şeye sıfırdan başlar ve doğanın kucağında mükemmel bir mikrokozmos yaratır. Ancak medeniyetten kaçarken kendi medeniyet anlayışını geride bırakamayan Allie, vahşilere “insan gibi” yaşamayı öğretmeyi kafaya koymuştur. Allie’nin on dört yaşındaki oğlu Charlie’nin canlı, naif ve esprili anlatımı eşliğinde, zeki ve benmerkezci anti-kahraman Allie Fox’un bir idealistten bir zorbaya dönüşmesine tanık oluruz. 
Sivrisinek Sahili, Peter Weir tarafından beyazperdeye aktarıldı.

Harika... Egzotik sürprizlerle dolu bir roman...
-New York Times

Amerikan ruhuna dair etkileyici ve sarsıcı bir anlatı.
-Washington Post

Birinci Bölüm
MUZ TEKNESİ

1
Arabayla Tiny Polski’nin konağının önünden geçip anayola çıktıktan sonra beş mil boyunca Northampton’a doğru ilerlerken, babam vahşilerden ve Amerika’nın ne berbat bir yer olduğundan bahsedip durdu –  uyuşturucu müptelası, evlerinin kapılarını kilitleyen, ülserli, müfrit çapulculardan, cani milyonerlerden ve ahlakçı gammazlardan oluşan bir tehlike bölgesi haline geldiğini anlattı. Ya şu okulların durumu? Hele de politikacılar. Patlak bir lastiği değiştirebilecek veya on şınav çekebilecek tek bir Harvard mezunu bulamazdın. New York City’de kedi köpek mamasıyla karnını doyuran, bozuk para için adam öldürecek insanlar vardı. Bu normal miydi şimdi? Peki değilse, neden kimse sesini çıkarmıyordu?
“Bilmiyorum,” diye cevapladı kendi sorusunu, “sadece sesli düşünüyorum.”
Hatfield’dan ayrılmadan önce kamyoneti bir bayırın üzerine park etmiş ve güneyi göstermişti.
“İşte vahşiler geliyor,” demişti ki geldiler; orak şeklindeki bir ağaç kümesinin içinden belirip, Polski’nin ahırlarının yapışkan, sıcak buğuyla çizilmiş siluetinin önünden geçerek tarlaları aştılar.
Esmerdiler, üstlerinde paçavralar vardı, bir bölümü başlarına da paçavra geçirmiş, diğerleri geniş kenarlıklı şapkalar takmıştı. Yetişkin erkekler ve bazıları benden daha büyük olan oğlan çocuklarıydılar; hepsinin ellerinde uzun bıçaklar vardı.
Babamın parmağı beni onlardan daha çok korkutuyordu. Hâlâ havadaydı parmağı. İşaret parmağı orta boğumuna kadar eksik olduğundan, güdük parmağın ucundaki dikiş atılmış deri katlarından oluşan korkunç yara izi doğru yönü sadece takriben gösterebiliyordu.
“Ne diye buraya gelmeye uğraşırlar ki?” dedi. “Para için mi? Nasıl olur da sebep para olabilir?”
Soruları ağzındaki purodan çiğneyerek çıkarıyor gibiydi.


      Daha öğle olmamıştı, şimdiden Massachusetts için oldukça sıcak bir mayıstı. Kuru bahar ayları vadiyi yakıp kavurmuştu, sığ hendeklerden taze inek tezeği gibi buğular yükseliyordu. Bir tarlanın bir ucundan öteki ucuna kadar açılmış saban yarıklarından sadece cılız mısır püskülleri görünüyordu. Burada tek bir kuş bile cıvıldamıyordu. Adamların yöneldiği kuşkonmaz tarlaları, çimli yeşil kafa derisi soyulup ortaya çıkan ayazlık silindirle ezilmiş bir kafa gibi kahverengi ve düzdü.
Babam başını salladı. Ayağını fren pedalından çekip pencereden dışarı tükürdü. “Para değil elbette nedeni. Bu günlerde bir dolar sadece yirmi sent ediyor,” dedi.
Hatfield’in ve Polski’nin evinin ötesinde, vadideki uçurumun hemen kıyısında, yapraklarla örülmüş mazgallı siperler vardı; bazıları limonata köpüğü solukluğunda, bazıları koyu renkli, öbek öbek, sarkık çalı kümelerinden ve kafamdaki kuşatıcı cangıl imgesini birebir karşılayan azgın ağaç dallarından oluşan çitler. Birkaç saat önce, sabah uyandığımızda, yer parlayan soğuk çiy damlalarıyla kaplıydı. Bana göre yaz buzu. Nefes verirken ağzımdan buhar bulutları çıkıyordu. Gökyüzü bulut kümeleriyle kaplıydı. Şimdi, yükselen güneş vadiyi ışığa ve ısıya boğuyor, çalışan adamlar keskin ışık altında bir deri bir kemik kötücül ruhlar gibi görünüyordu.
Babamın işaret parmağı gibi bu adamları da –yani, vahşileri, aynen burada ve güneşin kahverengi derilerinde bıraktığı kara lekeleri fark edecek kadar yakından– görmüş olmama rağmen telaşlanmamın nedeni buydu belki de.
Northampton’a girerken “Burası tam bir umumi tuvalet,” dedi. Başına bir beyzbol şapkası geçirmiş, dirseğini pencereden sarkıtmıştı. “Nedeni kolejli kızlar değil, ki onlar da yeterince kötü. Şu ilerideki Römorkör Annie’ye, şu cüsseye bak. O kadar iri ki, onun gibi on bir tanesini bir araya getirsen, bir düzine eder. Ama bu yağ, sağlık değil. Bu çizburger.” Ve, kafasını camdan çıkarıp bağırdı. “Çizburger bu!”
Pikabı ana caddeden aşağı (“Hepsi keş bunların”) sürerken bir Getty benzin istasyonunun önünden geçtik; babam benzin fiyatını görünce resmen uludu. Gazete bayiindeki ‘ÇATIŞMADA İKİ ÖLÜ’ tabelasını görünce “Boktan paçavralar,” dedi. Bir mağaza vitrinindeki Hatıralık Eşyalar yazısı bile onu sinirlendirmeye yetmişti. Hırdavat dükkânının yanında torbayla buz satın alınabilen bir otomat vardı.
“Buz satıyorlar – bir çeyreklik karşılığında on libre. Ama suyun da hava gibi bedava olması lazım. Bu soytarılar suyu satıyorlar! Su, yeni gelişen sanayi. Mineral suyu, kaynak suyu, maden suyu. Hey, büyük haber, su yararlıdır! Düşük kalorili biraymış; içinde ne olduğunu biliyor musun? Seni şişmanlatmamasının nedenini? Normal biradan daha pahalı olmasının nedenini? Su!”
Babam kelimeyi bir Yanki gibi ağzını yayarak telaffuz ediyordu.
Vadesi dolmamış bir parkmetre bulmak için arabayla dört dönerken daha da hırçınlaştı. Arabayı park ettikten sonra hırdavat dükkânına doğru yürüdük.
“Lastik izolasyon maddesi istiyorum, sekiz fit, köpük arkalıklı olsun,” dedi babam ve adam malzemeyi getirmeye giderken “Benzinin bu kadar pahalı olmasının sebebi de muhtemelen bu. İçine su katıyorlar. Bana inanmıyor musun? Ticaret işinde ahlak olduğunda ısrar ediyorsan,” (oysa, tek kelime bile etmemiştim) “bana devlet kontrolündeki etin üçte ikisinin neden kanserojen nitratlar içerdiğini ve abur cubur yiyeceklerin – bu kanıtlanmış bir gerçektir- neden hiçbir besin değeri olmadığını açıklamak istersin belki,” dedi.
Hırdavat satıcısı elinde bir rulo izolasyon malzemesiyle geldi ve babama uzattı; babam malzemeyi inceleyip adama geri verdi.
“Bunu istemiyorum,” dedi.
“Ama, aradığın buydu işte,” dedi adam.
Babam küçümseyici bir ifade takındı. “Nesin sen? Japonlar için mi çalışıyorsun?”
“Eğer istemiyorsan, istemiyorum de, olsun bitsin.”
“Ben de aynen bunu dedim, Jack. Bu, Japonya’da imal edilmiş. Alnımın teriyle kazandığım mangırların Japon çocuklarının yararına dövize dönüştürülmesini istemiyorum. Yeni bir kamikaze neslini finanse etmemek istemiyorum. Bir miktar, Amerikan malı, köpüklü lastik izolasyon maddesi istiyorum; hey, burada çalışmıyor musun?” Adam arkasını dönüp bir başka müşteriye bakmaya gittiği için küfür etti.
Babam aradığı lastik izolasyon maddesini sokak arasındaki küçük hırdavat dükkânında buldu, ama arabaya yaklaşırken, ilk dükkânda söyleyemedikleri üzerine atıp tutmaya başlamıştı. “Ona, ‘Sayanora’ demeliydim, cıngar çıkarmalıydım.”
Bir polis memuru, ellerini parkmetre üzerinde kenetlemiş, çenesini ellerinin üzerine koymuş, küreğinin sapına yaslanmış, kaytaran bir işçi gibi dinleniyordu. Babama baktı ver merhaba der gibi gülümsedi, sonra beni gördü ve dudaklarını ısırdı.
“Onun okulda olması gerekmiyor mu?”
“Hasta,” diye cevapladı babam, adımlarını yavaşlatmadan.
Polis kamyonetin kapısına kadar babamın peşinden geldi ve başparmaklarını silahını tutan kemere takarak “Dur bir dakika! O zaman niçin yatakta değil?” diye sordu.
Mantar enfeksiyonuyla mı?”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.