Sirte Kıyısı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Orsenna’nın tanınmış ailelerinden birine mensup genç Aldo, kendi ülkesiyle düşman ülke Farghestan’ı ayıran denizi kontrol etmek üzere kurulmuş Sirte Kalesi’ne gözlemci olarak atanır. İki hayali ülke uzun yıllardır sakin ve huzurlu görünmekle birlikte tamamen rehavetten kaynaklanan bu barış her an bozulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. «Bay Gözlemci»nin gördükleri, duydukları, tahmin ettikleri görünürde diğerlerini endişelendirmez. Ancak derinlerde kıpırdanan bir şeyler de her gün biraz daha hissedilir hale gelmektedir... Sirte, Libya’da bir şehir olmakla birlikte romandaki ülke ve şehirler (Orsenna, Maremmar, Farghestan) hayalidir. Julien Graq’ın en tanınmış romanı olan Sirte Kıyısı, bir beklenti öyküsü, olası bir felaket beklentisi içinde gelişen durgun bir macera. Yayımlandığı yıl (1951) Goncourt ödülüne değer bulunmuş, ödülü reddeden yazarının aynı zamanda en çok irdelenen kitabı da olmuştur. Sürrealist romanlarıyla tanınan yazarın YKY’den çıkan üçüncü kitabını fransızcadan Aykut Derman çevirdi.

Sirte Kıyısı’nda yapmaya çalıştığım şeylerden biri, zamansız bir hikâye anlatmak yerine, hareketli bir unsur olan ‘tarih ruhu’nu (kâhin ruhtan söz edildiği anlamıyla) ayrıştırma yoluyla serbest bırakmak, hayal gücüyle teması halinde derhal alev alabilmesine yetecek kadar rafine etmekti. Tarihte, her ne kadar çok miktardaki etkisiz ilaç dolgu maddesine karıştırılmış olsa da uyuşturma erdemine sahip olan bir element, pusuya yatmış bir sihir vardır. Onu desteğinden yalıtmak söz konusu değildir elbette, ama geçmişin tablo ve hikâyeleri son derece değişken bir içeriğe sahip olduğundan, kurgunun bunu -tıpkı bazı maden filizlerinin yoğunlaştırılması gibi-artırmayı başarması da yasak değildir.  Julien Gracq

Ailem, Orsenna’nın en köklü ailelerindendir. Çocukluğumdan, babamın bizi her yaz götürdüğü, San Domenico Sokağı’ndaki eski konak ile Zenta kıyısındaki kır evi arasında geçen, orada tarlalarını atla dolaşırken ya da kâhyalarının hesaplarını denetlerken ona eşlik ettiğim, huzurlu, dingin, dolu dolu yaşanmış yılları anımsıyorum. Kentin eski ve ünlü üniversitesini bitirdikten sonra, düşçülüğe yatkın yaradılışım nedeniyle, bu arada annem öldükten sonra payıma düşen servetin de etkisiyle meslek seçmekte pek acele etmedim. Orsenna Senyörlüğü, geçmiş yüzyıllarda ordularının gücü sayesinde İnançsızlar’a karşı kazandığı zaferin ve Doğu ile yaptığı ticaretten elde ettiği inanılmaz kârların kendisine sağladığı ünün gölgesinde yaşayan bir senyörlüktür. Dünyadan el etek çekmiş, inandırıcılığını ve servetini yitirdiği halde saygınlığı sayesinde alacaklılarının aşağılamalarına karşı durabilen çok yaşlı ve çok soylu bir insana benzer; zayıf ama hâlâ dingin ve görkemli görünen etkinliği, sağlamlığını uzun süre koruduğu için, bedeninin içinde sürekli yol alan ölümün varlığını dışa vurmayan ihtiyarlar gibidir. Bu yüzden, vaktiyle vatandaşların Orsenna kamu görevlerine ve devlet hizmetine talip olmakta gösterdiği efsanevi düşkünlük, gençliğe özgü ateşli ve sınırsız itkiler de hesaba katılırsa, ülkenin bu kötürüm halinde benim açımdan çekici olmaktan oldukça uzaktı. Dönemin gerileme dönemi olduğunun en belirgin göstergesi, senyörlüğün vergi gelirlerine dört elle sarılmasıydı. Kentte, genç soyluların sürdüğü özgür yaşam üzerinde düşçül, alışılmadık, birçok bakımdan pek benimsenemeyecek bir şeyler dolaşıyordu. Onların bu ateşli zevklerine, günlük coşkularına, haftalık tutkularına ben de saflıkla katıldım (toplum içinde köşe başlarını çok erken tutmuş sınıfların vaktinden önce gerinip esnemek gibi bir kötü huyu vardır) ve kentin kaymak tabakasından gençlerin övdüğü o en büyük özlem’in getirdiği zevkleri çok çabuk benimsedim. Günlerimi şairleri okumakla, kırda yalnız başıma yaptığım gezintilerle geçiriyor, Orsenna’nın üzerine kurşun gibi çöken fırtınalı yaz akşamlarında, kenti çevreleyen ormanlara dalmayı seviyordum. Bu özgür at gezintilerinden aldığım zevk, özverili atların hızlarını iki katına çıkarmaları gibi, saatler geçtikçe içimde bir kat daha artıyordu. Çoğu kez, sabahın alacakaranlığında geri dönüyordum. Alacakaranlığın dağılmaya başladığı vakte denk gelen bu dönüşleri seviyordum. Bayrağımızın uçlarının yüzyılların sisi içinden yükseldiği için soyluluk kazanmış olmasının bizim için paha biçilmez değerde oluşu gibi, Orsenna’nın kubbeleriyle çatıları da sabahın pusu içinden daha berrak fışkırır gibiydi. Atımın kente yaklaşırken yavaşlayan adımları, belirsiz bir gizle ağırlaşmış gibi geliyordu bana. Gece uğraşılarım daha uçarıydı; Orsenna’da, senatonun meydanı boş bıraktığı ölçüde gelişen akademilerin düzenlediği platonik yarışmalarda yaşıtım olan gençlerle boy ölçüşüyor, aşka çok önem veriyor, o alanda herkesten daha ateşli ve özgür davranıyordum. Beni terk eden metreslerim oldu. Onlara önce yalnızca öfkelendim ama bir başka metres edinme konusunda pek de hevesli olmadığımın farkına varınca gerçekten telaşlandım. İlmikleri bana sezdirmeden giderek ölçüsüzce çözülen, daha birkaç gün önce kabul edilebilir bir yaşantı gözüyle baktığım bu önemsiz yırtık, gözümün önünde birden lime lime oldu; yaşamım bana onarılmaz biçimde boş göründü, kendime zahmetsizce kurduğum alan eriyor, ayaklarımın altından kayıp gidiyordu. Birden, yolculuk yapma hevesine kapılarak uzak bir eyalette görev almak için senyörlüğe başvurdum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.