Sıfır Yılı (1945’in Tarihi)

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

İkinci Dünya Savaşı hakkında pek çok kitap yazılmıştır ama dünya genelindeki felaketin hemen sonrasına yakından bakan kitap sayısı azdır.

Yüzlerce görgü tanığının anlatımına ve kişisel hikâyelere dayanan Sıfır Yılı, mihver devletlerinin teslim olmasının ardından Avrupa’daki yedi aylık ve Asya’daki dört aylık süreci inceliyor ve toplama kamplarından kurtarılan Holokost felaketzedelerinin akıbetinden, İsrail devletinin kuruluşuna, Çin’de yeni başlayan iç savaşa ve Japonya’daki Müttefik işgaline kadar uzanan konuları ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Her imhayı bir inşanın izlediği doğruysa, Sıfır Yılı ikisi arasında kalan ve insanların çaresizlik kadar büyük umutla da dolu halde bir enkazla karşı karşıya kaldığı olağanüstü dönemeci ustalıkla sergiliyor.

“Zaferin ve yenilginin, kargaşanın ve aşağılanmanın yaşandığı o belirleyici yılı, devletlerden çok insanlara yoğunlaşan bir yaklaşımla harikulade canlandıran bir çalışma. […] Onca dehşet karşısında, derin kavrayışla verilen müthiş uğraşı görüyoruz. Muhteşem yazılmış enfes bir kitap.”
Fritz Stern

“Sıfır Yılı modern çağın kuruluş ânıdır.
Ian Buruma’nın o âna ilişkin tarihi canlı, sevecen ve ilginç.”
Michael Ignatieff

“Sıfır Yılı savaşı yakıcı bir dille suçlamakla birlikte, bizzat İkinci Dünya Savaşı’nı değil, sonrasında yaşananları, travmayı, intikamı, pişmanlıkları, unutma isteğini ve hatırlama gereğini konu alıyor. […] Ian Buruma en yetkin eseriyle karşımızda.”
Donald Sassoon

“Barındırdığı korkularla, yanılsamalarla ve ortaya çıkacak sorunların kökleriyle birlikte, 20. yüzyılın dönüm yılının iyi araştırılmış, harika kurgulanmış ve zarif bir dille yazılmış görsel bir anlatımı. Her bakımdan ilginç ve hoş bir eser.”
Ian Kershaw

 

Babamın hikâyesinde beni uzun süre şaşırtan bir şey vardı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı şeyler, onunla aynı yaşta olan ve aynı kökenden gelen biri açısından özellikle olağandışı değildi. Daha beter birçok hikâye olsa bile, onun başından geçenler de yeterince kötüydü.

Babamın savaşta yaşadıklarını ilk duyduğumda oldukça küçüktüm. Kimi kişilerin aksine, bu konuda ketum değildi, her ne kadar bazı şeyleri hatırlamak ona acı verse de. Anılarını dinlemek hoşuma giderdi. Kişisel hazzımı tatmin için çalışma odasındaki bir çekmeceden çıkarıp baktığım bir albüme tıkıştırılmış siyah-beyaz fotoğrafların sağladığı bir görsel malzeme de vardı. Dramatik olmamakla birlikte, bende merak uyandırmaya yetecek kadar garip görüntülerdi bunlar: Berlin’in doğu kesimindeki ilkel bir işçi kampının, vesikalık bir fotoğrafı sabote edecek tuhaflıkla suratını buruşturmuş babamın, Nazi işaretleriyle süslenmiş elbiseler içinde yılışıkça bakan Almanların, varoşlardaki bir göl civarına Pazar gezintilerinin, fotoğrafçıya gülümseyen sarışın Ukraynalı kızların görüldüğü resimler.

Bunlar nispeten iyi günlerde çekilmiş olsa gerek. Ukraynalılarla dostça ilişkiler kurmak muhtemelen yasaktı ama o kadınları anarken, babamın gözlerinde hâlâ hasret dolu bir bakış belirir. Onu açlıktan ve bitkinlikten neredeyse can çekişirken, haşereler yüzünden azap çekerken, su dolu bir bomba kraterini mevcut yegâne yıkanma yerinin yanı sıra bir umumi tuvalet olarak kullanırken gösteren fotoğraflar hiç yok. Ama beni şaşırtan şey, bu çileler değildi. Daha sonra, yani eve dönüşünün ardından yaşanan bir şeydi.

Babam için memleket büyük ölçüde Katolik Nijmegen kasabası demekti; Hollanda’nın doğu kesimindeki bu kasaba 1944’te Arnhem Muharebesi’nin geçtiği yerdi. Nijmegen yoğun çarpışmalardan sonra Müttefikler tarafından alındı; Arnhem ise çok ötedeki köprüydü. Dedem nispeten küçük bir Mennonit cemaatine göz kulak olmak üzere, 1920’lerde bir Protestan papaz olarak kasabaya gönderilmiş.* Nijmegen sınırda olduğu için, babamın evinden Almanya’ya yürüyerek gitmek mümkündü. Almanya’nın nispeten ucuz olması nedeniyle, aile tatillerinin çoğu sınırın öbür tarafında geçirilirdi, tabii Nazi varlığının 1937 dolaylarında turistler için bile katlanılmaz hale gelmesine kadar. Ailem bir gün bir Hitler Gençliği kampının yanından geçerken, bazı delikanlıların üniformalı gençlerce feci halde dövülüşüne tanık olmuş. Ren üzerinde bir tekne gezisi sırasında, Heinrich Heine’in Ren denizkızına yazdığı lirik Lorelei şiirini okuyan dedem, Alman yolcular arasında (belki de kasıtlı olarak) rahatsızlığa yol açmış. (Heine Yahudiydi.) Ninem bu kadarının da artık fazla olduğunda karar vermiş. Üç yıl sonra Alman askerleri akın ederek sınırı geçmiş.

Alman işgali altında bile hayat sürmüş. En azından ilk bir ya da iki yıl boyunca, Yahudi olmamak kaydıyla Hollanda halkının çoğunluğu için hayat tuhaf biçimde hâlâ normalmiş. Babam 1941’de Utrecht Üniversitesi’ne girerek hukuk öğrenimine başlamış. İleride avukat olabilmek için (bugün de bir ölçüde süren âdetle) üyeliği ayrıcalıklı ve oldukça pahalı olan öğrenci birliğinin o dönemdeki adıyla kardeşlik derneğine girmek zorunluymuş. Sosyal bakımdan muteber bir makam olmasına karşın, Protestan papazlığının sağladığı maaş babamın masraflarını karşılamaya yeterli değilmiş. Bunun üzerine ailenin daha varlıklı kanadından bir amca, babamın sosyal yükümlerine destek olmaya karar vermiş.

Gelgelelim, babamın katıldığı sırada öğrenci dernekleri potansiyel direniş yuvaları oldukları gerekçesiyle Alman makamlarınca yasaklanmış. Bu olay Yahudi profesörlerin üniversitelerden atılmasından kısa bir süre sonra olmuş. Leyden’deki hukuk fakültesinin dekanı Rudolph Cleveringa, meşhur bir konuşmayla bu tedbiri protesto etmiş; tutuklanma ihtimaline karşı yanında diş fırçasının ve yedek bir elbisesinin bulunduğu çantayla yaptığı konuşmadan sonra beklenen akıbete uğramış. Birçoğu birliğe üye olan öğrenciler boykota gitmiş. Leyden kapanmış. Amsterdam’daki kardeşlik derneği, Yahudi öğrencilere getirilen bir Alman yasağı üzerine, daha önce kendi üyelerince lağvedilmiş.

Ama Utrecht açık kalmış ve oradaki kardeşlik derneği yeraltında bile olsa çalışmalarını sürdürmüş. Bu da beraberinde yeni üyelerin gizlice geçmesini gerektiren oldukça sert kabul törenlerini getirmiş. Birlik içinde “ceninler” olarak anılan birinci sınıf öğrencilerinin saçlarını kazıtma zorunluluğu, Almanların mim koymasına yol açacağı için kaldırılmış; ama “ceninler”i kurbağa gibi zıplatmak, uykusuz bırakmak, kölece davranışlara zorlamak ve genellikle kıdemli öğrencilerin hoşuna giden çeşitli sadistçe oyunlarla aşağılamak hâlâ âdettenmiş. Aynı sınıftan ve eğitimden geçen başkaları gibi, babam da karşı çıkmadan bu çileye katlanmış. İşler böyleymiş (ve hâlâ da böyle sürüyor). Buna gayet ukala bir şekilde Latince mos (“görenek”) adı takılmış.

Genç erkekler 1943 başlarında daha ciddi başka bir sınava tabi tutulmuş. Alman işgalciler bütün öğrencilere, Üçüncü Reich aleyhinde her türlü eylemden kaçınma sözünün verildiği bir bağlılık yeminini imzalama emri vermiş. Buna yanaşmayanlar Almanya’ya gönderilip Nazi savaş sanayisi için zorla çalıştırılacakmış. Öğrenci arkadaşlarının yüzde 85’i gibi, babam da bunu reddetmiş ve saklanmış.

O yıl içinde Utrecht’teki öğrenci direniş hareketinden, kasabasına dönmesi yönünde bir çağrı almış. Bunun gerekçesi hâlâ açıklığa kavuşmuş değil. Bir panik anındaki ahmakça bir hata olabileceği gibi, düpedüz bir beceriksizlik örneği de olabilir; ne de olsa, o gençler sıkı gerilla savaşçıları değil, öğrencilerdi. Babam istasyona dedemle birlikte varmış. Ne yazık ki Naziler Almanya’da çalıştırılacak genç erkekleri toplamak için o anı seçmiş. Peronun her iki tarafı Alman polisince kesilmiş. Herhangi bir kaçışta ebeveynlerin sorumlu tutulacağı yolunda tehditler savrulmuş. Anne babasının başına dert açmaktan endişe eden babam adını yazdırmış. Düşünceli olsa bile, pek kahramanca sayılmayacak bu davranışı hâlâ ara sıra canını sıkıyor. Diğer gençlerle birlikte, SS’in mesleğine özgü vahşi tekniklerle Hollandalı canileri eğittiği berbat ve küçük bir toplama kampına nakledilmiş. Orada kısa bir süre kalan babam, geri kalan savaş yıllarını Berlin’de trenler için fren imal eden bir fabrikada çalışarak geçirmiş.

Bu en azından ilk başta kötü yanları kadar iyi yanları da olan bir yaşantıymış. Almanlara aktif biçimde direnmedikleri sürece, Hollandalı öğrenci işçiler toplama kamplarına konulmamış. Fabrika işinin sıkıcılığını, düşman için çalışmanın utancını, buz gibi soğuk ve haşerelerle dolu barakalarda uyumanın maddi rahatsızlıklarını telafi eden şeyler bile varmış. Babam Wilhelm Furtwängler tarafından yönetilen Berlin Filarmoni Orkestrası’nın konserlerine gittiğini hatırlıyor.

Knorr fren fabrikasındaki durum belki göründüğü kadarından ibaret olmayabilir. Bay Elisohn adında koyu saçlı ve çok az konuşan bir adam, Hollandalı öğrenci işçiler yakınlık gösterdiğinde hemen sıvışırmış; çok fazla temastan çekinen ve Rosenthal gibi adlar taşıyan başkaları da varmış. Çok sonraları babamın yürüttüğü tahmin, fabrikanın Yahudileri saklamış olabileceğiydi.

İşler İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin (RAF) Alman başkentine yönelik uzun süreli bombardıman harekâtına başladığı Kasım 1943’te çok daha kötüye gitmiş. RAF Lancaster uçaklarına 1944’te Amerikan B-17’leri katılmış. Ama Berlin’in ve halkının gerçek anlamda toplu yıkımı, 1945’in ilk aylarında bombaların ve ateş fırtınalarının az çok sürekli hale gelmesiyle başlamış. Amerikalılar gündüz, İngilizler ise gece saldırıyormuş; Nisan’da da Sovyet “Stalin orgları” kenti doğudan bombardımana tutmaya koyulmuş.

Hollandalı öğrenciler toplama kamplarındaki tutuklulara tanınmayan bir ayrıcalıkla, hava akını sığınaklarına ve metro istasyonlarına kapağı atmayı bazen başarıyormuş. Bazen de bombardıman akınlarından tek korunma yolu, alelacele kazılan bir hendekten ibaretmiş; babam öğrencilerin bu akınları hem sevinçle, hem de korkuyla karşıladığını hatırlıyor. En kötü eziyetlerden biri uykusuz kalmakmış; zira bombardıman gerçekten hiç kesilmiyormuş. Hava akını sirenleri, patlamalar, insan çığlıkları, yukarıdan inen taş ve cam parçaları yüzünden sürekli bir patırtı varmış. Yine de öğrenciler kolaylıkla canlarını alabilecek olan ve bazı durumlarda da alan İngiliz-Amerikan bombardıman uçaklarına alkış tutuyormuş.

Nisan 1945’te işçi kampı barınılamaz hale gelmiş: Çatılar ve duvarlar rüzgâr ve yangınla uçup gitmiş. Babam muhtemelen Naziliği daha az benimsemiş bir Protestan kilisesindeki bir tanıdığı aracılığıyla, bir varoş kır evine sığınma fırsatını bulmuş. Ev sahibesi Bayan Lehnhard, daha önce Berlin merkezindeki enkazdan kaçan başka birkaç mülteciyi de evine almış. İçlerinde bir Alman çift, Dr. Rümmelin adında bir avukat ve Yahudi eşi de varmış. Hep tutuklanma korkusu içindeki adam evde bir tabanca bulunduruyormuş; maksadı böyle bir şey olduğunda, karısıyla birlikte canına kıymakmış. Bayan Lehnhard Alman lidleri söylemekten hoşlanan biriymiş. Babam piyanoda ona eşlik ediyormuş. Berlin’deki nihai muharebenin kargaşasındaki bu düetler, babamın ifadesiyle “uygarlığı hatırlatan nadir anlardan biri”ymiş.

Babam Berlin’in doğu kesimindeki işine giderken, Sovyet ve Alman askerlerinin ev ev çatıştığı virane caddelerden ve sokaklardan geçiyormuş. Bir ara Potsdam Meydanı’nda, Hitler’in bulunduğu Şansölyelik Binası’nı çığlığa benzer meşum sesleriyle bombalayan Stalin orglarının arkasında durup beklemiş. Bu olay onda büyük patlamalar ve havai fişekler karşısında ömür boyu sürecek bir dehşet izi bırakmış.

1945’in Nisan sonlarında veya belki Mayıs başlarında, Sovyet askerleri Bayan Lehnhard’ın evine varmış. Bu tür uğrayışlar genellikle yaşlı genç ayrımı yapılmaksızın, kadınlara yönelik toplu tecavüzlerin işaretiymiş. Böyle bir şey olmamış. Ama Dr. Rümmelin’in tabancası bulununca, babam neredeyse canından olacakmış. Askerlerin hiçbiri tek kelime İngilizce ya da Almanca bilmediğinden, tabancanın varlığına ilişkin açıklamalar işe yaramamış. Evdeki iki erkek, Dr. Rümmelin ve babam kurşuna dizilmek üzere duvarın önüne dikilmiş. Babam bu olay karşısında kaderci bir duyguya kapıldığını hatırlıyor. Öylesine çok ölüm görmüş ki kendi sonunun yakın olmasına pek şaşırmamış. Derken, hayat ve ölüm arasındaki kıl payı anlamına gelen garip bir şansla, İngilizce bilen bir Rus subayı ortaya çıkıvermiş. Dr. Rümmelin’in hikâyesinin doğruluğuna kanaat getirmesi üzerine, infaz durdurulmuş.

Leningradlı bir lise öğretmeni olan başka bir Sovyet subayı ve babam arasında belli bir yakınlaşma doğmuş. Anlaşacakları ortak bir dil olmadığından, Beethoven’dan ve Schubert’ten parçalar mırıldanarak iletişim kuruyorlarmış. Valentin adlı bu subay onu Berlin’in batı kesiminde, eskiden bir işçi sınıfı varoşu olan moloz yığınındaki bir toplama noktasına götürmüş. Babam oradan kentin doğusunda yurtsuzların kaldığı bir kampa gitme yolunu bulmuş. Harabeler içindeki yolculuğuna çıktığında, büyük olasılıkla bir Nazi işbirlikçisi ya da eski bir SS elemanı olan başka bir Hollandalı da ona katılmış. Birkaç haftadan beri doğru dürüst yiyecek ya da uyku yüzü görmeyen babam zorlukla yürüyebiliyormuş.

Pek fazla ilerleyemeden yere yığılıvermiş. Şaibeli yol arkadaşı onu sürükleyerek yıkık bir binaya götürmüş; adamın bir Alman fahişe olan yavuklusu birkaç kat yukarıdaki bir odada kalıyormuş. Babam daha sonra olup bitenleri hatırlayamıyor; muhtemelen o sürenin büyük bir bölümünde baygın yatmış olsa gerek. Ama fahişe onu yurtsuz kampına doğru yola çıkma takatine kavuşmasına yetecek kadar besleyerek hayatını kurtarmış; orada toplama kamplarından kurtulanların da aralarında bulunduğu, her milliyete mensup binden fazla kişi tek bir musluk suyuyla idare etmek zorundaymış.

Babam Hollanda’da altı ayı aşkın bir süre sonra çekilmiş bir fotoğrafında hâlâ açlık ödemine bağlı şişkin haliyle görülüyor. Üstünde vücuduna pek oturmayan bir elbise var. Pantolonunda idrar lekeleri bulunan bu elbise, ABD’deki bir Mennonit hayır kuruluşundan gelmiş olabilir. Belki de kendi babasından kalan bir elbisedir. Ama tombul ve biraz solgun olmasına karşın, babamın fotoğraftaki hali oldukça neşeli; etrafını saran yaşıtı erkekler ağızlarını ardına kadar açmış halde sevinçle bağırarak ya da bir öğrenci şarkısı söyleyerek bira bardaklarını havaya kaldırmış.

Babam Utrecht’teki kardeşlik derneğine yeniden katılmış. Tarih Eylül 1945 olsa gerek, yani babam o sırada yirmi iki yaşındaymış. Savaş döneminde birliğe girişlerin gizlice yapılmış olması nedeniyle, kardeşlik derneğindeki kıdemli kişiler kabul törenlerinin yeni baştan yürütülmesi gerektiğine karar vermiş. Babam bir kurbağa gibi zıplama ya da fena halde tartaklanma durumuna düştüğünü hatırlamıyor. Bu tür muamele üniversiteye yeni girmiş ve bazıları belki babama kıyasla çok daha kötü halde kamplardan yeni dönmüş daha genç üyelere mahsusmuş. Aralarında hayatlarını tehlikeye atmaya hazır cesur Centillere [Yahudi olmayanlara] ait evlerin döşeme tahtaları altında yıllarca saklanmış Yahudi öğrenciler de olabilir. Ama babam kimsenin böyle şeyleri özellikle dert ettiğini hatırlamıyor; Yahudi olsun ya da olmasın, kimse kişisel hikâyelerle ilgilenmiyormuş; herkesin çoğu kez tatsız olan kişisel hikâyesi varmış. Birliğe kabul çerçevesinde, yeni “ceninler” bağırış çağırışlarla sindiriliyor, aşağılanıyor ve hatta (kardeşlik derneği çevrelerinde sonradan “Dachau oyunu” olarak anılan bir uygulamayla) ufak mahzenlere tıkılıyormuş.

Beni şaşırtan şey işte buydu. Babam başına gelen onca şeyden sonra böyle tuhaf davranışlara nasıl katlanmıştı? En hafif deyişle, bunu yadırgayan kimse çıkmamış mıydı?

Hayır, derdi babam defalarca. Hayır, normal görünüyormuş. İşler böyleymiş. Yani mos gereğiymiş. Kimse sorgulamazmış. Daha sonraları babam sağ kalan bir Yahudi olması halinde, bu kötü muameleyi yakışıksız bulmuş olacağı, ama başkaları adına konuşamayacağı kaydını koydu.

Durum beni şaşırtmakla birlikte, sanırım zamanla anlar gibi oldum. Bunun normal göründüğü fikrinin bana bir ipucu sağladığı söylenebilir. İnsanlar Nazi işgali öncesinde, bombalardan, kamplardan ve katliamlardan önce bildikleri dünyaya dönmeye öylesine can atıyorlardı ki “ceninler”i sınamadan geçirmeyi normal görüyorlardı. İşlerin eski haline dönmesinin, âdeta eve dönmenin bir yoluydu bu.

Başka olasılıklar da var. Belki de ciddi şiddet görmüş insanlar için, öğrenci oyunları nispeten zararsızdı, gençliğin sağlıklı şamatasıydı. Ama sınama işinden en büyük şevkle hoşlananların böyle şeyleri çok fazla yaşamamış kişiler olmaları daha akla yakındır. Burada sert davranmak için bir fırsat, mağdurlar geçmişte çok daha iyi durumdaki kişiler olunca, daha da hevesle hissedilen bir haz söz konusuydu.

Babamın (daha önce belirttiğim gibi, başka birçok kişininki kadar kötü olmasa da yeterince kötü) hikâyesi, insanlık tarihindeki en yıkıcı savaştan hemen sonra olup bitenleri merak etmemi sağladı. Dünya bu enkazdan nasıl çıktı? Milyonlarca kişi açlıktan kırılınca ya da kanlı intikam peşinde koşunca ne olur? Toplumlar ya da (o dönemin popüler bir terimiyle) “uygarlık” tekrar nasıl toparlanır? Bir normallik duygusuna yeniden kavuşma isteği, felakete çok insani bir tepkidir; insani olduğu kadar hayali de. Zira 1939’dan epey önce başlayan kanlı on yıl sanki kötü bir hatıra sayılıp bir tarafa atılabilirmiş gibi, savaştan önceki dünyaya dosdoğru dönülebileceği fikri elbette bir hayaldi.

Ne var ki tek tek kişiler kadar hükümetlerce de beslenen bir hayaldi. Fransız ve Hollanda hükümetleri, Güneydoğu Asya’daki sömürgelerini geri alabileceklerini ve Japonya’nın bölgeyi işgalinden önceki gibi, hayata kaldığı yerden devam edilebileceğini sanmaktaydılar. Ama bu bir hayalden ibaretti. Dünyanın aynen eskisi gibi olması mümkün değildi. Çok fazla şey yaşanmış, çok fazla şey değişmiş, çok fazla insan, hatta bir bütün olarak toplumlar yerinden edilmişti. Kaldı ki dünyanın eski haline dönmesini istemeyen birçok kişi vardı ve bazı hükümetler de aynı tutum içindeydi. Kral ve ülke için canlarını tehlikeye atmış İngiliz işçiler, eski sınıf sistemi altında yaşamaya artık razı değillerdi ve Hitler’in yenilgisinden sadece iki ay sonra, oylarıyla Winston Churchill’i iktidardan düşürdüler. İosif Stalin’in Polonya, Macaristan ya da Çekoslovakya’nın bir tür liberal demokrasiye dönmesine izin vermeye niyeti yoktu. Batı Avrupa’da bile birçok aydın, ahlaken hoş görünen “antifaşizm” örtüsüyle sarılmış komünizmi eski düzene karşı daha sağlam bir alternatif olarak görmekteydi.

Asya’da uç veren değişim daha da çarpıcıydı. Endonezyalılar, Vietnamlılar, Malaylar, Çinliler, Burmalılar, Hintliler ve ötekiler bir Asya ulusunun Batılı sömürgeci efendileri nasıl rezil duruma düşürdüğünü görünce, Batı’nın her şeye kadir olduğu anlayışı temelli darmadağın oldu; ilişkiler artık asla eskisi gibi olamazdı. Öte yandan, aynen Almanlar gibi, Japonlar da yöneticilerinin mağrur düşlerinin boşa çıktığını gördükten sonra, muzaffer Müttefik işgalcilerce kısmen özendirilen, kısmen de dayatılan değişikliklere açıktılar.

Savaş dönemi şartlarının işgücüne katılmaya yönelttiği İngiliz ve Amerikalı kadınlar, ekonomik bağımsızlığı bırakıp evdeki bağımlılığa dönmeye artık pek yatkın değildi. Haliyle birçoğu bağını koparmada duraksadı, aynen sömürgelerin tam bağımsızlığa kavuşma sürecinde olduğu gibi. “Normal”e dönme yönündeki muhafazakâr arzu değişme, sıfırdan başlama, yıkıcı savaşların artık hiç yaşanmayacağı daha iyi bir dünya kurma yönündeki istekle hep çekişecekti. Böyle umutların ilham kaynağı katışıksız idealizmdi. Milletler Cemiyeti’nin (ikinci) bir dünya savaşını önleyemeyişi, 1945’te Birleşmiş Milletler’in barışı temelli koruyacağını umanların idealizmini kösteklemedi. Zamanı tersine çevirme anlayışıyla güçleri azalmayan ya da amaçlarının değeri düşmeyen böyle ideallerin hayali olduğu ancak zamanla ortaya çıktı.

Savaş sonrası 1945’in hikâyesi bazı bakımlardan çok eski bir hikâyedir. Antik Yunanlar insanın intikama susamışlığının yıkıcı gücünü gayet iyi biliyorlardı; Yunan tragedyalarında kan davalarının yerini yargıya bırakmasının, böylece hukukun üstünlüğü anlayışıyla alt edilmesinin yolları işlenirdi. Batı’dan aşağı kalmayacak şekilde, Doğu’da da tarihe taze başlangıçlar yapma, savaşın harabelerini çoğu kez insanların sandığı kadar yeni olmayan yeni ideallere dayalı toplumlar için açık bir inşa alanı olarak kullanma düşleri serpişmiştir.

Savaşın hemen sonrası döneme ilgimin kıvılcımını tutuşturan bir ölçüde güncel gelişmelerdi. Son yıllarda diktatörleri devirmeye ve yeni demokrasiler yaratmaya dönük devrimci savaşlara bağlanan yüksek umutların yeterince örneğini görmüş bulunuyoruz. Ama asıl istediğim şey, babamın ve kuşağının dünyasını anlamak üzere dönüp geriye bakmaktı. Bu belki de kısmen bir ebeveynin başından geçen şeyler konusunda bir çocuğun duyduğu doğal meraktan, çocuğun büyüyüp ebeveyninin o zamanki yaşını geçmesiyle birlikte daha da güçlenen bir meraktandı. Baba o çocuğun ancak hayal edebileceği zorluklarla sınandığında, böyle bir merak özellikle keskinleşir.

Ama daha ötesi de var. Babamın neredeyse canına mal olan savaşın harabelerinden yaratmaya katkıda bulunduğu dünya, içinde büyüdüğümüz dünyadır. Benim kuşağım babalarımızın düşleriyle beslendi: Avrupa refah devleti, Birleşmiş Milletler, Amerikan demokrasisi, Japon barışseverliği, Avrupa Birliği. 1945’te kurulan dünyanın karanlık yanı da var: Rusya’da ve Doğu Avrupa’da komünist diktatörlük, Çin iç savaşında Mao’nun yükselişi, Soğuk Savaş.

Babalarımızın bu dünyası şimdiden çözülmüş durumda ya da dikişleri hızla atıyor. Elbette son dünya savaşından etkilenen hemen her yerde şimdiki hayat 1945’tekinden çok daha iyi, maddi açıdan öyle olduğu kesin. İnsanların en çok korktuğu şeylerden bazıları gerçekleşmiş değil. Sovyet imparatorluğu yıkılmış bulunuyor. Soğuk Savaş’ın son muharebe alanları Kore Yarımadası’nda ve ayrıca belki daracık Tayvan Boğazı’nda yürütülüyor. Oysa bu satırları yazdığım sırada, her yerde insanlar Batı dünyasının, yani Avrupa’nın ve ABD’nin gerileyişinden söz ediyor. Savaştan sonraki dönemin bazı korkularıyla birlikte birçok düşü de sönüp gitmiş durumda. Bir tür dünya hükümetiyle ebedi barışın geleceğine ve hatta dünyanın Birleşmiş Milletler sayesinde çatışmadan korunabileceğine hâlâ inanan çok az kişi var. Churchill’in 1945’teki yenilgisinin asıl sebebi olan sosyal demokrasi ve refah devleti umutları, ideoloji ve ekonomik kısıtlılıklar yüzünden kırılmamış olsa bile, ciddi biçimde zedelenmiş bulunuyor.

En azından geçmişteki ahmaklıkları bilmenin bizi gelecekte benzer gaflara düşmekten alıkoyacağı anlamında, tarihten çok şey öğrenebileceğimiz fikrine kuşkuyla bakmaktayım. Tarih tamamen bir yorum meselesidir. Geçmişe ilişkin yanlış yorumlar çoğu kez bilgisizlikten daha tehlikelidir. Eski incinmelere ve nefretlere dair anılar yeni yangınları tutuşturur. Yine de geçmişte olup bitenleri bilmek ve onlara anlam kazandırmaya çalışmak önemlidir. Zira bunu yapmazsak, çağımızı anlayamayız.

Babamın neler görüp geçirdiğini öğrenmek istememin sebebi, geçmişin uzun karanlık gölgesi altında, kendime ve haliyle hepimizin hayatına anlam vermeme yardımcı olmasıdır.

Sevinç

Almanya’daki Müttefik askerleri mağlup Hitler Reich’ının (toplama, çalışma ve savaş esiri kamplarına kapattığı) milyonlarca tutsağı kurtardıklarında, uysal, gereğince minnettar ve kurtarıcılarıyla ellerinden geldiğince işbirliğine girmekten memnun kişiler bulmayı umuyorlardı. Hiç kuşkusuz bazen öyle de oldu. Ancak çoğu kez “kurtuluş saplantısı” olarak bilinen durumla karşı karşıya kaldılar. Bir görgü tanığının biraz bürokratik ifadesi şöyleydi: “Bunun temelinde intikam, açlık ve sevinç vardı, yani yeni kurtarılmış yurtsuzları, davranış ve tutum, ayrıca bakım, beslenme, dezenfeksiyon ve ülkeye iade açısından bir soruna dönüştüren üç keyfiyet.”

Kurtuluş saplantısı yurtsuz kamplarının sakinleriyle sınırlı değildi; yeni kurtarılmış bütün ülkeleri ve hatta bazı bakımlardan mağlup ülkeleri tanımlamak için de kullanılabilirdi.

Açlığın etkilerini fark edemeyecek kadar geç bir tarihte ve müreffeh bir ülkede doğdum. Ama intikamın ve sevincin soluk yansımaları hâlâ vardı. Düşmanla işbirliğine girmiş ya da daha beteri, düşmanın yatağına girmiş kişilerden öç alma, genellikle çok düşük düzeyde sessizce, neredeyse gizli bir yolla sürdü. Belli dükkânlardan bakkaliye ürünleri ya da sigara alınmazdı, çünkü sahiplerinin savaş sırasında “yanlışa” düştüğünü “herkes” bilirdi.

Sevinç ise Hollanda’da yıllık bir törene çevrilerek kurumlaştırıldı: 5 Mayıs Kurtuluş Günü.

Çocukluğumdan kalan anıyla, kilise çanlarının çaldığı ve hafif bahar melteminde kırmızı, beyaz ve mavi bayrakların dalgalandığı 5 Mayıs’ta güneş hep parlayarak doğardı. 5 Aralık’a denk gelen Aziz Nicholas yortusu, ailenin buluşması için daha mühim bir vesile olabilir; ama Kurtuluş Günü yurtseverlik sevincinin büyük gösterisidir veya en azından benim büyüdüğüm 1950’li ve 60’lı yıllarda öyleydi. Hollanda’nın 5 Mayıs 1945’te Alman işgalinden kendi çabasıyla değil de Kanadalı, İngiliz, Amerikalı ve Polonyalı askerler sayesinde kurtulmuş olması nedeniyle, her yıl yaşanan yurtseverlik gururu patlaması biraz tuhaf görünür. Yine de Amerikalılar ve İngilizler gibi, Hollandalıların da özgürlüğün ulusal kimliği tanımladığına inanmaktan hoşlanması nedeniyle, Alman yenilgisinin ulusal bilinçte, 16. ve 17. yüzyıllara yayılan Seksen Yıl Savaşı’nda İspanyol tacını yenmeye ilişkin ortak hafızayla iç içe geçip bulanıklaşması anlamlıdır.

Benim gibi savaştan sadece altı yıl sonra doğmuş biri, Normandiya kumsalında makineli tüfek ateşi arasında yürüyen İskoç gaydacılarının ya da “Marseillaise” marşını okuyan Fransız yurttaşlarının görüntüleriyle karşılaşınca, duygusal gözyaşlarına kolayca boğulur; tabii bu görüntüler hafızamızda yer edindiği için değil, Hollywood filmleri aracılığıyla artık onlara alıştığımız için. Ama 5 Mayıs 1945’ten tam elli yıl sonra, yıldönümü kutlamasında Kanada Ordusu’na bağlı askerlerin Amsterdam’a girişi canlandırıldığında, eski sevincin izlerini azıcık gördüm. Müttefik askerlerinin aslında Amsterdam’a ancak 8 Mayıs’ta girmiş olması artık konu dışı bir şey. İlk haliyle olay herhalde insanlara olağanüstü gelmiş olsa gerek. Orada bulunan bir İngiliz savaş muhabirinin anlatımı şöyleydi: “Bizi öptüler, sıkıca sarılıp ağladılar, kucakladılar, sırtımıza yumruklar indirdiler, çığlıklar attılar ve bağırdılar; yara bere içinde kalıp bitkin düşmemize kadar sürdü bu. Hollandalılar Müttefik araçlarını sonu gelmez bir çiçek yağmuruna tutmak için onların bahçelerini yağmalamışlar.”

Sıkıca tutturulmuş madalyalarıyla ve soluk muharebe kıyafetleriyle elli yıl sonra eski ciplere ve zırhlı araçlara binmiş halde kente bir kez daha giren ihtiyar Kanadalı erkekler, gözleri yaşlı kalabalıkları selamlarken, birer kral oldukları, torunlarının onları dinlemekten bıktığı günleri, savaş kahramanlığının ardından Calgary’ye ya da Winnipeg’e yerleşip dişçi ya da muhasebeci olmalarından önceki sevinç günlerini hatırladılar.

En güzel günlerini yeniden yaşayan bu ihtiyarlardan daha da çarpıcı bulduğum şey, hiç kuşkusuz kendilerine yaraşan tavırla saygın hanımefendiler gibi giyinmiş geçkin Hollandalı kadınların davranışıydı. Bir çılgınlık haline, bir tür yeniyetme esrikliğine kapılmış bu kadınlar bir rock konserindeki kızlar gibi çığlıklar atarak, kollarını ciplerdeki adamlara uzatıyor ve üniformalarına sarılıyordu: “Sağ olun! Sağ olun! Sağ olun!” Kendilerini tutamıyorlardı. Onlar da sevinç saatlerini yeniden yaşıyorlardı. O zamana kadar tanık olduğum en tuhaf erotik sahnelerden biriydi bu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.