Nisan

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"Kırmızı Motosiklet" yazarı Fatma Akerson’dan yeni bir roman: "Nisan"

"Kırmızı Motosiklet’"ten hemen sonra gerçekten son derece ilginç bir romanla; önce kendi yaşam öyküsünü yazmaya çalışan, sonra yazdığı öykülerin içine düşüp tam bir postmodern anlatı karakterine dönüşen Nisan ile okurlarının karşısına çıkıyor Fatma Akerson.

Romanın birinci bölümünde Nisan’ın çocukluğu, ilk sevgilisi, bu ilk deneyimini gerçek yaşamından çıkarıp bir çerçeve öykü kurma çabası nefis bir dille anlatılır. İkinci bölümde Nisan büyümüş, matematik okumuş ve çalışma hayatına atılmıştır. Ancak bundan sonrası bilimkurgu öyküsü gibi ilerler: Her şeyin aşırı kuralcı bir yöntemle idare edildiği, bu yönteme uymayanların “durumsuzlar koyu”na kapatıldığı bir yerde bulur kendini Nisan. Bu bölüm de, birincisi gibi kaypaktır, bunları Nisan gerçekten yaşamış mıdır, yoksa yazdığı öyküler midir, yoksa bunlar kendine yakıştırdığı farklı geçmişler mi? Üçüncü bölümde ise Nisan, yazarlığını kabullenip sıradan bir yaşam sürmeye niyetlenirken bir yandan da yeni öyküler yazar, ama gene yazdığı bu öyküleri de sahiden yaşadığı duygusuna kapılır.

Nihayetinde, yaşamakla yazmak arasında gidip gelen Nisan’ın kendi geçmişini anlatma ve benliğini bulma arayışı sırasında bütün yollar tuhaf bir biçimde sular ve sisler içindeki Venedik’e çıkar.

Macera, ille de motosiklete atlayıp bilinmeyen ufuklara açılmak, devrime katılmak için Güney Amerika’ya gitmek, Hindistan kıyılarında esrar içmek olmayabilir. Ama bunlar da olabilir. Benim önümde açılan uçurumda bunların hepsi vardı. Yersiz yurtsuz serserilik, dünyayı dolaşmaya çıkmak ya da bir amaç uğruna her şeyi feda etmek. Tümü için de, bilinen güvenli hatlardan çıkmak gerekiyordu. Ne var ki, macera bazı güvenli hatların akışında da bulunabilir. Macera beyninizin içinde de gerçekleşebilir. İçinizdeki macera sizi güvenli topraklarda da uyumsuz ve aykırı yapabilir. Buna hazır mıydım?

Evi, okulu, İstanbul’u, bütün giysilerimi, bütün plaklarımı (o zamanlar 45’lik plaklar vardı, Paul Anka, Elvis Presley, light my fire, jailhouse rock, şol cennetin bülbülleri öter Allah deyu deyu, Ruhi Su... Ajda henüz belli belirsizdi, Ella Fitzgerald vardı, ama daha Shirley Bassey’i bile bilmiyorduk), bana hediye edilen ilk ruju, Rüzgâr Gibi Geçti’yi, her şeyi bırakıp gidebilir miydim? Gitmedim, ama bu saydıklarımın hepsi sisli bir perdenin ardına geçti sanki. Hayatın aslı başka bir yerlerdeydi. Macera zihnimin içinde yaldızlanıyordu, gökyüzünden inerken omuzumdan silkelediğim uzay pulları gibi.

Sonra geldi. Gene uzun boylu, gene siyah, gene çıplak gözleriyle geldi. Bu kez bana bir sürü hikâye anlattı. Nerelerde olduğunu, neler gördüğünü, nelere baktığını. Bu kez gözlerimi düşünmeden kapattım. Ellerinin dokusunu içime çektim. Ve içimde, adının sonradan cinsellik olduğunu öğreneceğim bir şey kıpırdadı. Bir sandaldaydık. O zamanlar İstanbul’un kıyısında denize inen sokaklar vardı. Sessiz uzun sokaklar. Ayhan’la bunlardan birinde el ele yürümüştük, yazdı. Sonra bir sandala binip açılmıştık. Çok açılmıştık. Sıcak bir yaz günüydü. Sıcaktan ve ışıktan renklerin kaybolduğu, parlaklığın kenar çizgilerini yok ettiği bir gündü.

Yıllar sonra çatı katında oturan bir arkadaşımın penceresinden o koya ve o denize baktım. Gene ışığın her yeri kamaştırdığı bir günde. Artık denize inen yollar kalmamıştı ama deniz duruyordu, biteviye, kıpırtısız, belli belirsiz menevişli. Ne çok öykü vardı arada. Anlatmanın baştan çıkarıcılığı böyle bir şey işte. Anlatmayı seviyorsan, hep anlatılacak bir şeylerin içine girer çıkarsın. Öykülerin birikir, işaretlerin birikir, sonunda hiçbiri senin asıl öykün olmaz. Hiçbirinde kalamazsın. Belki de zaten gerekli değildir kalmak. Ben kalmamayı seçtim. Ama ilk öykü hepsini belirler. İlk göz ağrısı da diyorlar buna.

Karadaki hikâyeler hep bir sokakta, bir evde, köşeli bir mekânda ya da bir çayırdaki ağacın altında başlar ve öyle bir yerlerde de biter. Karadaki hikâyelerin hep bir nirengi noktası vardır. Bir zaman aralığı vardır. Benim ilk öyküm deniz kıyısında, hatta denizin içinde başlamıştı. Denize inmiştim ya gökyüzünden. Denizde nirengi noktası yoktur. Açıktaysan, çok açıklardaysan kara yiter gider. Parlak ışıklı yaz günlerinde sınırlar yok olur. Deniz biteviyedir. Rüzgâr Gibi Geçti’yi yanına alamazsın. “Kahraman da o sıralarda bunu okuyordu anlamında”, masanın üzerine bırakılmış bir kitap yoktur denizde. İç mekânı olmayan bir şeydir deniz. Ayhan’la benim hiçbir zaman bir iç mekânımız olmayacaktı.

O temmuzda, denizde, bir sandalın içindeydik, bedenlerimizin birbirine değdiği, ama ışığın neredeyse görmeyi engellediği, görememekle görmenin birbirine karıştığı o günde.

Sonra gene o yaz, başka bir günde, kendiliğimden gözlerimi kapattığım, ‘şimdi ben de gözlerimi kapatmalıyım’ diye düşünmeden gözlerimi kapattığım bir günün akşamında birlikte koştuk. Çok tuhaftı. El ele koştuk. Vapura yetişmek gibi gerçekçi bir bahaneyle koştuk, ama olsun, koştuk.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.