Londra’da Bir Park

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Edebiyatın kötü çocuğu” Martin Amis’ten enerjik, cüretkâr, çağdaş bir aşk ve cinnet öyküsü!
Bu bir cinayetin öyküsü. Henüz işlenmedi. Ama işlenecek. (İşlense iyi olur.) Katili biliyorum, maktulü biliyorum. Zamanı biliyorum, mekânı biliyorum. Sebebi (kızın sebebini) biliyorum ve yöntemi biliyorum. Ayrıca istesem bile onları durduramam sanırım. Kız ölecek. Bunu hep istemişti. İnsanlar bir kez başladılar mı onları durduramazsınız. İnsanlar bir kez yaratmaya başladılar mı onları durduramazsınız.

Bu gerçek bir öykü, ama şimdi gerçekten olduğuna inanamıyorum.
Üstelik bir cinayet öyküsü. Şansıma inanamıyorum.
İşin en tuhafı bir aşk öyküsü (sanırım), yüzyılın bitiminde, lanet olsun, bu kadar geç bir zamanda.
Bu bir cinayetin öyküsü. Henüz işlenmedi. Ama işlenecek. (İşlense iyi olur.) Katili biliyorum, maktulü biliyorum. Zamanı biliyorum, mekânı biliyorum. Sebebi (kızın sebebini) biliyorum ve yöntemi biliyorum. Aldatanı, budalayı, zavallı çocuğu ve tamamen mahvolacak olanı biliyorum. Ayrıca istesem bile onları durduramam sanırım. Kız ölecek. Bunu hep istemişti. İnsanlar bir kez başladılar mı onları durduramazsınız. İnsanlar bir kez yaratmaya başladılar mı onları durduramazsınız.
Ne büyük bir armağan. Bu sayfanın birkaç yerinde minnet gözyaşlarımın lekeleri var. Romancıların elinde genellikle bu kadar iyi malzeme olmaz, değil mi, gerçek bir şey olduğunda (bütünlüklü, dramatik, çok satabilecek bir şey) ve onu yazdıklarında?


Sakin kalmalıyım. Zaman sınırım var, unutmayın. Ah, yaratıcılık kaygısı. Birisi hassas parmaklarla kalbimi gıdıklıyor. Ölüm insanların akıllarında epey yer etmiş.
Üç gün önce (değil mi?) gece geç vakitte New York’tan uçağa bindim. Uçaktaki tek yolcu bendim diyebilirim. Yayıldım, hostesi sık sık çağırıp kodein ve soğuk su istedim acınacak bir halde. Ama bütün gece uçuşları gibi bu da rahatsız bir yolculuktu. Off, işe bak. Tanrım, Baskervillelerin Köpeği’ne dönmüşüm resmen... Benim saatimle sabah 1.30’da sarsıntıdan kan ter içinde uyanınca bir pencere yanı koltuğuna geçip parlak sislerin arkasında geçit törenindeki alaylarmışçasına hizaya girmiş duran tarlaları, İngiltere kadar büyük bir orduya benzeyen iç karartıcı ilçeleri seyrettim. Sonra örümcek ağı gibi gergin ve ayrıntılı olan Londra belirdi. Uçaktaki tek yolcu bendim çünkü aklı başında hiç kimse bu aralar, şimdilik Avrupa’ya gelmek istemez; herkes diğer yöne gitmek istiyor, Heathrow havaalanından anlaşılabileceği gibi.


Havaalanı leş gibi uyku kokuyordu. Uyku şehri. Leş gibi uyku ve uykusuzların kaygılarıyla huzursuzlukları ve engellenmiş kaçışlar kokuyordu. Çünkü gecenin ortasında hepimiz var oluşla mücadele eden şairler ya da bebeklerizdir. Havaalanının Geliş bölümünde ben hariç pek kimse yoktu. Herkes Gidiş bölümündeydi. Bir koridorda uzun süre durup da banttan okunan talimatları dinlerken aşağıya, şafak yağmurunun katmerli hakaretinin arasından park alanlarına ve pistlere baktım: Hepsi de yüzgeçleri dik köpekbalıkları, sapan balıkları, güneşleniciler, büyük beyazlardılar – katildiler. Her biri katildi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.