Joy'un Son Günü

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Gayet sıradan bir cuma günü, başarılı avukat Joy Stephens çalıştığı şirketin görkemli lobisinin mermer zeminine çakılır.
Bu sarsıcı olay, ona en yakın kişilerin yaşamlarını altüst edecek, her birini beklenmedik noktalara sürükleyecektir: Yanlış sebeplerle evlendiği, hiçbir ortak noktası bulunmayan akademisyen kocası Denis, yaşamının gerçekleriyle yüzleşemediği için kendini olduğundan bambaşka biri gibi göstermeye çalışan iş arkadaşı Peter, kaybettiği her şeyi New York’ta yeniden bulacağına inanan asistanı Barbara, ayakta kalabilmek için garip ritüeller geliştirmiş olan spor eğitmeni Samir.
Londra’nın merkezindeki gökdelenlerden birinde, sınırsız flört, sonu gelmez bir can sıkıntısı, ayaküstü dedikodular, ağır yüzleşmeler ve ölümün kıyısında olma hissiyle kıskıvrak sarılmış bu dört kişi, Joy’un yaşamına dair bilip gördüklerini aktarırken, günümüz insanının iç dünyasını çarpıcı bir biçimde yansıtıyorlar. Bir kahkahaya eşlik eden gözyaşlarının romanı.

İngiliz edebiyatının en önemli genç temsilcileri arasında yer alan Jonathan Lee’den, haz, aşk, kayıplar ve iş dünyası üzerine yaratıcı, iddialı ve sürükleyici bir roman. 
Guardian

1.00

Kapı neden aralık? Ön kapının aralık olmaması lazım. Angel’da saat sabahın biri, yorgunluk Joy’un beyninde kapana kısılmış bir sinek gibi vızıldamakta ve kapı aralık. Hayatın belli bir döneminde hemen her şey karmaşık bir hal alır.
BlackBerry’sini kontrol ediyor. Yeni bir şey yok. Takside saniyeler önce kontrol ettiğinden beri yeni bir şey yok. Dennis kapının neden kapalı olmadığını izah eden ne bir mail, ne de sesli ya da yazılı mesaj atmış. Onu getiren siyah araba pır pır ederek uzaklaşırken Joy parmak ucunu anahtarının, an itibariyle ihtiyaç fazlası olan ev anahtarının dişlerinde gezdiriyor ve küçük keskin yargıların düşüncelerini makasladığını hissediyor: Sorumsuz –güvenilmez– daha önce de yapmıştı bunu –uyumadan önce açık bırakmıştı– gece yatağa tostuyla girmişti – Mısır pamuğundan çarşaflar üstünde tost atıştırmak! Ağrılı-sancılı bir kızgınlık duygusu kaplıyor Joy’u, peşinden gözüne ilişen şey bu ruh halini şiddetlendiriyor: komşularının Cocker Spaniel cinsi köpeği Zorro, açıkça görüldüğü üzere kıçını tutmayı becerememiş ve yere onun için bir hediye bırakmış; etrafında halelenen ay ışığı onunla dalga geçiyor adeta.
Son zamanlarda ağzına geleni söylememek için epey bir uğraş veriyordu Joy, ancak şu anda kontrolünü yitirdiğini hissediyor; kulaklarına ve gözlerine vuran ateş, teninden hafif bir parfüm kokusunun yükselmesine sebep oluyor. Babası “İnsanlara karşı çok sertsin” derdi. Joy bunu düzeltmek, kendisine ve başkalarına daha yumuşak davranmak için çabalıyordu. Ömrünün son gününü en uygunsuz topuklularını giyip tanımadığı insanlara ağız dolusu gülücükler dağıtarak hayaletvari bir sessizlik içinde geçirmeye karar vermişti. Şimdi ise kapı aralık, bu son Cuma’nın ilk saati geride kalmışken kapı belirgin bir şekilde aralık (hatta apaçık – ardına kadar, sonuna kadar), Atkinsonlar’ın “dışkı toplama küreği” denen şeyden haberleri yok; evinin önüne, köpekten ve dışkısından yayılan kokunun dumanı çökmüş, koku da parfümünün çiçekli tonlarına karışıp ekşimiş durumda. İpeksi kâküllerinin altında, daima parlayan gözlerinin bile ciddiyetini silemediği kaşları iyice çatılıyor.
Bir siktir, bir de şerefsiz yutkunuyor, alçak bir sesle gerzek diye mırıldanmakla yetiniyor. Kocasına gerzek demek, kelimenin Ocak havasında kaybolup giden ufak bir bulut oluşunu izlemek... doğrusu şaşırtıcı bir şekilde yatıştırıcı. Burada dikilirken şimdiden daha iyi hissediyor. Aklı daha az karışık. Geride kalan haftanın hayal kırıklığı azalıyor, kırıntıları ufalanıp tenine tutunuyor. Ofiste, bunun gibi geçen bir sürecin ardından (anlamsızca uzatılan, stres ve kafeinle bezeli bir dizi toplantı; gıda yasası ve tavukgöğüslerine ne enjekte edilebileceğine dair on altı saatlik zorlu tartışmalar, sararmış ıslak gömleklerinin altından sarkık B-cup göğüslerini sergileyen adamların onun göğüslerine attığı çok da kaçamak sayılamayacak bakışlar) Perşembesine son noktayı koyan mutluluk verici, kısa ve öz bir son gibi geliyor: Gerzek.
Park etmiş araçların arasından bir yaratık geçiyor, sokak lambalarının loş ışığında kızıla çalan bir rengi var. Lambaların üstünde, Viktoryen çatılar antenlerini kuşanmış, ayın kancası karanlığa asılı. Joy, bir daha ay ışığını göremeyeceği gerçeğini kabullenip ayın soyut zarafetinin hakkını vermekte kararlı; başını yukarı kaldırıyor, ardından usulca dönen tekerlerin sesi geliyor kulağına (bisiklet ışığı tilkinin yüzünü aydınlatıyor) ve sokakta oyalanmaktan yorulup kapı koluna uzanıyor, evinin daha derin kasvetine adım atarken çantasının deri yüzü eteğiyle flört ediyor. Sonraki birkaç saat için hedefi ne? Çok fazla düşünmemek, planını sistemli bir soğukkanlılıkla uygulamak, malum kısaltmayı saf bir tavırla görmezden gelen patronunun İkinci Kademe Sosyal Becerilerden biri olarak gördüğü Sorumlu İdari Kontrol denilen özellik, (“Daha fazla SİK’e ihtiyacın var” derdi Joy’un güya yetişkin insanlar olan çalışma arkadaşları kıkırdayarak, “Ortaklar SİK’e bayılır”) ama bir şekilde –
Gıcırrrr!
Ses, duraksamasına neden oluyor... O da ne?
Zaman yeniden derlenip toparlanırken etraf sessizleşiyor ve sonra yine, gıcırrrr. Gıcırtı ile çatırtı arası –dur biraz– o kadar farklı mıydı?
Evet.
Farklı.
Gıcırtıları bölen ve daha fazla hava taşıyan bir ses duyuyor, huh-huu gibi sanki? Neredeyse Peter’ın sevdiği şu Stones şarkısındaki geri vokaller gibi: “Symphaty for the Whatsit” – huh-hu – “Devil”. Tuhaf. Ürkütücü. Yalnızca o ve Dennis kullanır ön kapıyı; çift katlı evlerinin üstteki kiralık odasının girişi ayrı. Yukarıda ses yok, hiç olmaz zaten. Bu iki sesin tuhaf karışımı kendi mutfağından geliyor, kendi salonundan.
Gıcır gıcır.
Huh-huu.
Önemli bir şey değil muhtemelen ... tabii eğer... değildir herhalde...
Ayakkabılarını çıkarıp koridorda ağır ağır ilerliyor. Ön kapı açık olmasına rağmen, merkezi ısıtma sebebiyle evin havası boğucu. Kan-ter içinde ve korkmuş, sezgileri iyice keskinleşmiş bir halde etrafta göz gezdiriyor: Tozyeşili halı, karanlık duvarlar, kaloriferin altındaki tüy yumağı. Korkması anlamsız. Gıcırtı. Ya psikopat hırsızın biri önüne atlar ve oracıkta canını alırsa? Hırsız bir zahmetten kurtarmış olurdu onu. Ama ya canını yakarsa, yalnızca canını yakarsa...
Tereddüt ediyor. Geri dönmeyi düşünüyor. Atkinsonlar’ı uyandırsa mı? Gidip Zorro’yu mu alsa acaba?
Ardından bu tereddüt halinin ortasında, kendine yönelik bir nefret duygusu kabarıyor: Hadi yürü, yarın göstermen gereken cesareti düşün; Atkinsonlar Latince öğretmeni” bir çift; Zorro’nun ise kıçından başka korkutucu bir tarafı yok.
Birinci adım, ikinci adım, üçüncüsü. Mutfağın girişini geçmiş olduğuna göre sesler salondan geliyor, geliyor olmalı. Yine duraksıyor. Odaklanıyor. Dennis’e sesleniyor. Koskoca karanlığın içinde çakmak ateşi gibi ince, kulak tırmalayan bir ses çıkıyor. Lambayı fişten çıkarıp kendini savunmak için kullanmayı geçiriyor aklından. Tenis raketi nerede? Normalde masanın altında olurdu, fakat ortada yok; şu durumda, masanın üzerindeki lamba bulabileceği en iyi silah.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.