Heves Kuşu Durmaz Döner

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ülkemizin en önemli sanatçılarından Ömer Uluç’un Bâki'den bir alıntıyla Heves Kuşu Durmaz Döner adını verdiği kitabı/yapıtı yayımlandı. Uluç'un kendi konuşma kayıtlarından seçtiği "fragmanlar"la başlayan ve kitabın sayfalarını bir sergi mekânı olarak düşünerek tasarladığı kitabı sanatçının yeni bir yapıtı olarak görmek mümkün. Kitap bir anlamda Uluç’un yeni bir sergisi niteliğinde. Ömer Uluç'un konuşma kayıtlarından seçerek oluşturduğu metinler, hem uzun bir dönemi ve yaşamı, hem bir düşünce üretme ve sanat yapma biçimini, kayıt sırasına sadık kalarak anlatıyor, dolayısıyla metin "fragmanlar" niteliğinde: Tematik ve kronolojik bir düzeni olmaksızın çağrışımlar, geriye dönüşler, tutku ve saptamalardan oluşuyor.

Kayıt 9 - Paris

Yolda Ö.U.: 1954 sonbaharı, Manhattan’ın bir arka sokağında nefes nefese buldum kendimi. O büyük turnikelerden çıkmaya muvaffak olduktan sonra artık New York’ta bir sokaktaydım, yeni bir şeyin içine doğru gidiyordum. Sonra Boston, Beacon Hill, tekrar New York. Yeni özgürlük, yollar, araba, bir odalı stüdyo, döşeli, haftalığına, aylığına kiralanan her şey hızlı. Neyse, Boston’da ilk sergim, orada, o çılgın siyahi dandy’nin fantastik mekânında oldu. İçince beyaz olduğunu iddia eden Earl Pilgrim, kendisini Oscar Wilde’ın reankarnasyonu sanıyordu. Veremdi, küçük Suriyeli karısı ona süt içiriyordu sakin zamanlarında. Bir beyazın evindeki partide, o beyazı, kendi evinden pis zenci diye kovmaya kalktı. “Pis zenci, buralarda ne yapıyorsun, biraz önce gittin, mutfakta yemekler aşırdın ve tıkındın” diye. Sonra bunları Faulkner’de okudum. Bu arada işte benim Earl Pilgrim’de açıldı o garip sergi, bütün o Beat Generation havasında. Biz onların dünyasında yaşıyorduk sanki. Jack Kerouac’ın On the Road, Subterranian, “Howl” şiiri Ginsberg’in, ondan sonra Ferlinghetti’ler, Gregory Corso’lar, karısının kafasına elma koyup, onu vurayım derken karısını öldüren Amerika’nın belki en garip ve büyük yazarlarından William Burroughs. Miami’ye gidiş, Highway Number One, mitolojik, çılgın ruhların soğuktan sıcağa hicreti, sonra seyahatler ve New York… Sonra da, görsel sanatlar eğitimi, o garip ve çok, çok geceler özgün yaratma dersi, iri kadınların renkli kâğıtları küçük küçük parçalayıp, sonra kolajlar yapması, ufak tefek sanatçıların büyük, kocaman kitleleri birbirlerinin üstüne koymaya çalışması vb… Dönüş yaklaşıyordu. Maya Galerisi Ö.U.: Ben İstanbul’a geliyorum. İstanbul’da ilk gittiğim yer, Adalet Cimcoz’un Maya galerisi, sonra Lambo. Bıraktıklarım bunlar, şimdi yoklar. Nuri İyem eski atölyesini bırakmış, Karaköy’e inmiş. İstanbul’u harabe gibi görüyorum. Bunun bir nedeni Adnan Menderes’in imar hareketi, her yeri hızla yıkmış, diğeri, eh işte İstanbul. Türkiye’de sol başlıyor tek partiden sonra, demokrat partinin son yılları… İlhan Koman ve Şadi Çalık Ö.U.: 1958’de, 27 yaşlarındayım. Nuri İyem, Ferruh Başağa, sevgili İlhan Koman ile Şadi Çalık ve ben Amerikan konsolosluğunda büyük, bir süre hatırlanacak bir sergi açıyoruz. Hepsi soyut sanat. Onların hepsi dostum ve hepsi benden en az 15-20 yaş büyük insanlar. Orada tek başıma ve garip bir şekilde bir ikinci kez küçük bir üne kavuşuyorum İstanbul’da, o çevrede. Fakat en ilginç işi kimin yaptığını söyleyeyim, Şadi Çalık, tek bir çubuğu bir kaidenin üzerine koyuyor ve bunun adını “minimumizm” koyuyor, yani o böyle izah ediyor. Minimum enerji, minimum form, minimum anlam vb. İstanbul bir zamanların Moskova’sı, Münih’i gibi avangard bir küçük merkez mi oluyor diye konuşuluyor. Turgut Cansever ve Sezer Tansuğ Ö.U.: Bütün bunları geçelim, ben hızla çalışıyorum. Bir sergi ve Turgut Cansever ile tanışıyoruz. Turgut Cansever çok ilginç birisi, benim tanıdığım en ilginç insanlardan biri. Bir de Sezer Tansuğ var, sanat tarihçimiz, eleştirmen. İkisi de Doğuyu ve özellikle Osmanlı’yı bilen insanlar. İkisi de çok yaratıcı, benim için yeni yollar açılıyor. Sanıyorum ki ben de onlara özellikle Sezer Tansuğ’a bazı yollar açıyorum. Bazı konularda farklı olsalar da… Turgut Cansever tarihi yarımada eski şehir dokusunu serbest planda çiziyor ve deseni olağanüstü. Bana Beyazıt meydan döşeme desenlerinde çalışma teklifinde bulunuyor. Lissabon Galerisi Ö.U.: Londra’daki “O” etrafında dönen yeni, renkli, akrilik, kâğıt tuvaller üzerine yapılan işler La Haye’nin tanınmış bir galerisi olan Lissabon Galeri’nin dikkatini çekti ve 1964’te Hollanda’da bir sergi aldım. La Haye’nin o bölümünün sokakları benim fotoğraflarımla doluydu. Biz de açıkta bira içiyorduk. Arkadan geldiğim Paris’te bir yıl kaldım. İkinci ayında Behçet Safa’nın taşınmasına yardım ettiği bizim resimlerle zamanın ünlü galerisi La Roue’ya gittik. Paris’te, Rue Grégoire des Tours’daki sahibi Guy Resse resimleri gördü. “Bunları burada bırakın” dedi. Behçet’le dışarı çıktık. Behçet “Bu iş oldu, sergiyi aldın” dedi. Biraz daha bira içtik. Bu işleri biliyordu. Sergi oldu, Le Monde’da bir yazı çıktı. Kısa ancak Paris için bir ilk. Çok sevinçliyiz. Paris’e döneceğim. Recording 9 - Paris On the road Ö.U.: In the autumn of 1954 I found myself out of breath on a backstreet in Manhattan. After having managed to get out of those large turnstiles, I was in a street in New York, heading for something new. Then Boston, Beacon Hill, New York again. New freedom, roads, a car, a one-room studio, furnished, rented by the week, by the month, everything was fast. Anyway, my first exhibition in Boston took place in the fantastic venue of that wild black dandy, Earl Pilgrim, who when he was drunk claimed to be white and thought he was a reincarnation of Oscar Wilde. He had tuberculosis, and his little Syrian wife gave him milk to drink when he was sober. At a party in the house of a white man, he tried to turn the house owner out of his house, calling him a dirty nigger, saying ‘Dirty nigger, what are you doing here, just a little while ago you went and gobbled food in the kitchen.’ Then I read about this in Faulkner. Meanwhile my strange exhibition was held at Earl Pilgrim’s, in the mood of that Beat Generation. It was as if we were living in their world. Jack Kerouac’s On the Road, Subterranean, Ginsberg’s poem ‘Howl,’ then all the Ferlenghettis, Gregory Corsos, and of course, the strangest of them all, William Burroughs, perhaps one of the weirdest and greatest writers in all America, who when aiming at the apple on his wife’s head, accidentally killed her. Going to Miami, Highway Number 1, the migration of mythological, eccentric souls from cold to warm. Then, more journeys and New York. Later on, training in the visual arts, that strange and extremely unique creativity class, large women tearing up coloured paper into tiny pieces making collages, tiny artists endeavouring to put huge masses on top of one another, and so on. The time to return was approaching. Maya Gallery Ö.U.: I returned to Istanbul, and the first place I went to was the Maya Gallery, Adalet Cimcoz and Lambo. Those were the people and places I left behind, and now they were gone. Nuri İyem had left his old studio and was now in Karaköy. I saw Istanbul as if it were in ruins. One reason was Adnan Menderes’ rebuilding programme. He demolished buildings everywhere. The other one was Istanbul itself. After the single party period the left-wing movement began in Turkey, during the last years of Democrat Party rule. İlhan Koman and Şadi Çalık Ö.U.: It was 1958, and I was 27. Nuri İyem, Ferruh Başağa, dear İlhan Koman and Şadi Çalık and I were opening a large and memorable exhibition at the American Consulate. All pieces of work were abstract. They were my friends and at least 10 or 20 years older than me. There in Istanbul, in that circle, I attained a second small fame for myself and in a strange way. But let me tell you about who did the most interesting work. Şadi Çalık put a single stick on a plinth and called it ‘minimumism,’ that’s how he explained it. Minimum energy, minimum form, minimum meaning, and so on. People began to wonder if Istanbul was a small centre of the avant-garde like Moscow and Munich were at one time. Turgut Cansever and Sezer Tansuğ Ö.U.: But let’s get on. I was working at full speed. There was an exhibition and I met Turgut Cansever. He was a very interesting person, one of the most interesting people I have ever known. And then there was Sezer Tansuğ, the art historian and critic. Both were people who knew the east and the Ottomans in particular, even if they differed on some topics. Those two were very creative people, and broadened my horizons. I think I also expanded their, especially Sezer Tansuğ’s, horizons. Turgut Cansever was doing free drawings of the old city, and they were extraordinary. He suggested that I work on the drawings of the paving of Beyazıt Square. Lissabon Gallery Ö.U.: The new paintings, coloured, acrylic paintings on paperboard revolving around the ‘O’ of London attracted the attention of the Lissabon Gallery, one of the best known galleries in The Hague, and, in 1964, I had an exhibition in the Netherlands. The streets of that part of The Hague were filled with my photographs. We were drinking beer outside. Afterwards, I spent a year in Paris. In the second month we went to the then famous gallery La Roue in Paris, and Behçet Safa helped me carry the paintings. Guy Resse, the owner of the gallery on Rue Grégoire des Tours, saw the paintings and told us to leave them there. Behçet and I went out, and Behçet said he reckoned that the exhibition was a certainty. In fact, he knew about these matters. We drank some more beer. The exhibition took place, and an article about the show was published in Le Monde. Short, but a first for Paris. We were delighted. I will talk about Paris again later on.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.