Hazin Savaş 1914 - 1918

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“The Times”ın “kuşağının en parlak tarihçisi” olarak tanımladığı Niall Ferguson’a göre savaş her şeyden önce korkunçtu, yanı sıra da kaçınılmazdı. Tiyatronun bize öğrettiği trajediden daha fazlasıydı ve aslında doğrudan modern tarihin “hata”sıydı. Bir asker, sa­vaşı “Avrupa’daki tüm ışıkların sönüşü” olarak nitelendirmişti. 8 milyondan fazla insan bu savaşta hayatını kaybetti.

Ferguson, “Hazin Savaş”la, Birinci Dünya Savaşı’na geleneksel ve büyük oranda kendi cephelerinden bakan askeri tarihçilerin ve iktisat tarihçilerinin yaklaşımını birleştir­meyi hedefliyor ve bunu başarıyor. “Militarizm, emperyalizm ve silahlanma yarışı ne­deniyle savaş kaçınılmaz mıydı?”, “Almanlar savaş kumarına niçin girdi?”, “Savaş sahi­den de halk tarafından coşkuyla karşılandı mı?”, “Cephede şartlar bu kadar kahırlıyken insanlar savaşmaya neden hâlâ devam etti?” Ferguson’un “Hazin Savaş”ta yanıtlamaya çalıştığı on temel sorudan bazıları bunlar. En önemli ve sonuncu soru ise sizi bu kitabı okumaya davet ediyor: “Barışı kim kazandı, daha kesin bir ifadeyle, sonunda savaşın bedelini kim ödedi?”

“Bugüne kadar yapılmış en ilgi çekici ve kışkırtıcı Birinci Dünya Savaşı analizi” Ian Kershaw

“Dâhice ve ufuk açıcı… esaslı, okunmaya değer ve inandırıcı” The Times

“Muhtemelen yıllardan beri Birinci Dünya Savaşı’nın kökenlerini gösteren en önemli kitap... Ferguson emin adımlarla A. J. P. Taylor’un mirasını devralmayı iddia edebilir.” Paul Kennedy, New York Review of Books

UYGARLIK İÇİN
BÜYÜK "SAVAŞ"
1914-1919

Dedemin üçüncü madalyası ise ölü ya da esir bir Alman askerinden hatıra kalmış bir Demir Haç.

Dedemin Batı Cephesi’nde çarpışmış olması benim için geçmişte olduğu gibi, şimdi de garip bir gurur kaynağı. Bu gururu tahlil etmeye çalışırsam, sanırım, Birinci Dünya Savaşı’nın ülkemdeki insanların şimdiye kadar acısını çektiği en feci şey olarak kalmasıyla alakalı olmalı. O savaştan sağ dönmek esrarengiz bir talih işiydi. Ama hayatta kalmak, herhalde büyük bir dayanıklılığın da işaretiydi. En çarpıcı olan husus, dedemin dönüşünde nispeten istikrarlı ve (en azından dışarıya karşı) halinden memnun bir sivil hayat sürmesiydi. Küçük bir ihracat firmasında iş buldu; Ekvador’da viski ve hırdavat satmaya gönderildi. Haliyle egzotik bir uğraştı bu. Birkaç yıl sonra İskoçya’ya döndüğünde Glasgow’a yerleşti, evlendi, bir nalbur dükkânı açtı, bir oğlu oldu, karısını hastalık yüzünden kaybetti, ninemle evlendi ve ondan başka bir oğlu yani babam oldu. Geri kalan ömrünü Glasgow’un o dönemde pis kokulu, devasa demirhanesiyle tanınan doğu varoşu Shettleston’daki bir sosyal konutta geçirdi. Muhtemelen tütünün genel uyuşturucu olduğu siperlerde edindiği zincirleme sigara içme alışkanlığının akciğerlerini daha da hasara uğratmasına rağmen, küçük işletmesini bir dizi ekonomik fırtınada ayakta tutabilecek takati korudu ve bir yandan hırıldayarak, iki torununu dizlerinde hoplatacak kadar yaşadı. Bir başka deyişle, görünüşe bakılırsa hayatını gayet normal sürdürebildi. Haliyle bu açıdan savaşta çarpışan insanların büyük çoğunluğu gibiydi.

Bana savaştan pek söz etmezdi; ancak ölümünden sonra bu konuyu epeyce düşünmeye başladım. Aksi oldukça zordu. Anne babamın beni gönderdiği okul olan Glasgow Akademisi, savaştan kısa bir süre sonra resmen alınan kararla, savaşta ölenlerin anısına ithaf edilmişti. Dolayısıyla altı yaşımdan on yedi yaşıma kadar, basbayağı bir savaş anıtının içinde eğitim gördüm. Her sabah okula yaklaşırken gördüğüm ilk şey, Büyük Batı Yolu ve Colebrooke Terası’nın köşesinde duran ve okulun savaşta ölmüş eski öğrencilerinin adlarını taşıyan soluk bir granit biçmeydi. Okulun ana binasının ikinci katında benzer bir “şehitler listesi”, oyuk bir neo-klasik yapı vardı. Bazen cebir sınıfından Latince sınıfına giderken, dosdoğru yanından geçerdik. Balkon öylesine dardı ki tek sıra halinde yürümeye mecburduk ve her seferinde adlardan birini okuma şansım olurdu: Akrabam falan olmasa da en azından bir Ferguson’a rastladığımı hatırlıyor gibiyim. Koyu büyük harflerle yazılmış bütün o ölü adlarının yukarısında, her sabah töreninde mırıldandığımız İsa Duası kadar ezberime giren şu lejant vardı:

CESUR İNSANLARIN ÖLDÜĞÜNÜ SÖYLEME.

Sanırım, tarihle ilgili ilk ciddi düşüncem o katı öğüde bir itirazdı. Ya, öldüler işte. Ne diye inkâr edelim? Üstelik John Maynard Keynes’in bir zamanlar alaycı tavırla belirttiği gibi, uzun vadede hepimiz ölüyüz – Birinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkma şansı olanlar bile. 11 Kasım 1918 tarihli Mütareke’nin üzerinden seksen yılın geçtiği şu sıralarda (resmi bir eski muharipler sicilinin yokluğunda kestirilebileceği kadarıyla) İngiliz kuvvetlerinde çarpışmış olup hâlâ sağ olanların sayısı birkaç yüzü geçmez. Birinci Dünya Savaşı Muharipleri Birliği’nin 160 üyesi var; Batı Cephesi Birliği’ne ise 90 küsur eski asker kayıtlı. Sağ kalanların akla yakın en yüksek toplamı, beş yüzdür.6 Savaşa katılmış diğer ülkelerde sayılar çok daha yüksek olamaz. Birinci Dünya Savaşı ilk elden anıların ötesinde kalma anlamında, çok geçmeden Kırım Savaşı, Amerikan İç Savaşı ve Fransa-Prusya Savaşı’na katılmış olacak. Cesur insanların öldüğünü söyleme, ha? Savaşta ölen herkesin cesur olduğu yönündeki cüretli savı, bir öğrenci pek kafa yormadan kabul edebilir. Ama adlarını bir duvara kazımanın onları bir şekilde canlı tuttuğu fikri inandırıcılıktan uzaktır.

Elbette İkinci Dünya Savaşı’nı televizyonda (sıkça yeniden gösterilen savaş sonrası filmlerde) çok daha fazla gördüm. Ama belki tam da bu sebeple, Birinci Dünya Savaşı her zaman bana daha ciddi mesele gibi geldi; önceki savaşta iki misli Britanyalının can verdiğini öğrenmeden önce bile bunu içgüdüyle sezmekteydim.7 Henüz on iki yaşındayken yapmam istenen ilk tarihsel araştırma işi, bir okul “proje”siydi. Hiç duraksamadan “Siper Savaşı” konusunu seçtim ve (henüz dipnotları keşfetmediğim için) hangi kaynaklardan derlediğimi şimdi hatırlayamadığım basit bir yorum eşliğinde, “Look and Learn” gibi dergilerden kesip aldığım Batı Cephesi resimleriyle dolu iki kabarık not defteri hazırladım.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.