Hay bin Yakzan

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

9. yüzyılda Yunancadan Arapçaya çevrilen Salaman ve Absal öyküsü, başta İbn Sina’nın Hay bin Yakzan’ı olmak üzere, birçok İslam düşünürünün yapıtlarına kaynaklık etti. Genellikle alegorik öyküler ya da öykümsü anlatılar olan bu yapıtlardan sadece biri, roman boyutlarına ulaştı ve bütün benzerlerini gölgede bıraktı: 12. yüzyılda Endülüslü İşraki düşünür İbn Tufeyl’in yazdığı Hay bin Yakzan ya da Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikiye.

Bu ilk “felsefi roman” ve ilk “robinsonad”,Tanpınar’ın deyişiyle “Müslüman âleminin tek romanı”, 14. yüzyıldan başlayarak bellibaşlı Avrupa dillerine çevrildi; Defoe, Bacon, Spinoza ve More gibi pek çok düşünür ve sanatçı üzerinde etkili oldu.

İbn Sina’nın Hay bin Yakzan’ını anlayabilmek, orta zaman filozoflarının evrendoğum (kozmogoni), ruhbilim, dirimbilim hakkındaki anlayışlarını bilmeye bağlı olduğundan, bu konulara ilişkin kısaca bilgi vermek gerekiyor. Bunlara göre varlık, ilk ilkeden, ilk nedenden “birden ancak bir çıkma” ve “saydamdan yoğuna inme” biçiminde başlamış ve devam etmiştir.

Varlık kaynağından ilk çıkan (sudur eden, türeyen) ve bu kaynağa göre varolmakta ikinci sırada bulunan nesne, kendisinden çıkan ve varlıkta üçüncü sırada bulunan nesneden daha üstün olmak üzere, bu iniş yayı son bulduktan sonra, çıkış yayı başlar. Çemberin iki ucunun bir noktada birleşmesi gibi, varlık dairesi de bu çıkma, yükselme noktasının sonunda iniş yayının başlangıcı ile birleşir. Buna göre, en alt ve aşağı nokta, varlığın ilkesinden en uzak nokta; ilkeden, kaynaktan ilk çıkan nokta da kaynağa en yakın olan noktadır. Aynı zamanda, kaynaktan iniş yayının sonundaki nokta en değersiz nokta olduğu gibi ilkeye, kaynağa en yakın olan nokta da en değerli, onurlu olan noktadır.
İlk ilke, zaman ve yerden (mekân) aşkın olduğu için, ona yakınlık ve uzaklık, zamansal ve mekânsal bir anlam taşımaz.
Her sayının varlık nedeninin, kendinden önceki sayı olması, buna bir örnek oluşturabilir. Sayıların ilki olan bir’den üçün ortaya çıkması, iki aracılığıyla; dördün ortaya çıkması, üçün ve ikinin aracılığıyla; beşin ortaya çıkması dört, üç ve ikinin aracılığıyla olur. Buna göre yukardaki aşağıdakinin, üstteki alttakinin varlığına neden olur. Öyleyse bunda zaman ve yer kavramları yoktur. Bir’in bütün sayıların nedeni olması gibi, ilk ilke, ilk neden de varlığın nedenidir.
Varların var olmaları ilk ilkeden derece derece aşağı inme, derece derece uzaklaşma ve derece derece düşme biçiminde gerçekleştiği için, her varlığın yetkinliği birinci ilkeye yakınlığı; eksikliği de ondan uzaklığı derecesindedir. Ona yakınlıkta birinci derecede bulunanın varlığı, ikinci derecede bulunanın varlığından üstün ve yetkindir.
Varlık basamaklarının birincisi, varlığın kaynağı olan Tanrı’nın varlığı basamağıdır. İlk varlık O’nun varlığıdır. Tanrı’dan ilk olarak maddeden aşkın akılların birincisi olan “ilk akıl” çıkmıştır. Bundan “ikinci akıl” ve “ikinci akıl”dan “üçüncü akıl”, dördüncü, beşinci ve bu şekilde akılların sonuncusu olan “dokuzuncu akıl” çıkmış; dokuzda birler basamağı sona erdiği gibi, bu “dokuzuncu akıl”da da akıllar sona ermiştir. Bunların ilki olan “ilk akıl”, Tanrı’ya göre ikinci basamakta ise de, varlıklara göre ilk basamaktadır. Çünkü Tanrı varlıklardan ayrıdır; varlıklardan hiçbir nesnenin nitelikleriyle nitelendirilemez. Bu dokuz akıldan sonra, bunların aracılığıyla, ögeler evreninin işlerini yürütmekle görevlendirilen bir “onuncu akıl” gelir. Bu “onuncu akıl”dan sonra akıl basamakları sona erer, nefs basamakları başlar. Nefs de akıllar gibi cisim ve cisimsel değildir. Ama cisme bitişik (mukarin) olur. Cisme bitişik olmasından, kendisine karanlık (zulmet) gelmiştir. Bu nedenle, insan akıl nuruyla aydınlanmadıkça, kendi nefsini göremez. Karanlıkta kalan kimsenin ne kendisini, ne çevresini görmesi gibi, nefs de kendi özünü, aklı ve aşkın biçimleri (suret, form) aklın ışığıyla görür. Bu nefislerin dokuzu gökler (felekler) evrenindedir.
Burada eski Batlamyus (Ptolemaios) kuramını hatırlamamız gerekir. Bu kurama göre, dıştan içe doğru dokuz gök vardır. Bunlar birbirleriyle içiçedirler. En dıştaki gök Atlas Göğü’dür (Felek-i Atlas). En içteki de Dünya’dır. En dıştaki Atlas Göğü’nden en içteki Dünya’nın üstünde bulunan Ay’a kadar, Ay ile birlikte dokuz gök vardır. Bunlar şunlardır:
1. Atlas Göğü, En Uzak Gök (Felek-i Aksa),
2. Sabit Yıldızlar Göğü, Burçlar Göğü, Gezegenler Göğü,
3. Zuhal,
4. Müşteri,
5. Merih,
6. Güneş,
7. Zühre,
8. Utarit,
9. Ay.
Birbirlerini kuşatmış olan bu dokuz göğün ortak merkez noktaları da bizim Dünya’mızdır. Ay’ın altında olduğundan, Dünya’ya “Ay altı gök” derler.
Şu da bilinmelidir ki, “ilk ilke”, “ilk neden”, “ilkeler ilkesi” gibi adlarla anılan ve varlığa kaynaklık eden varlık, saf bir varlıktır. Salt varlıktır. Ondaki doğa (mahiyet) ile varlık birbirinden ayrı değildir. Ama ondan başka ne varsa, onların tümünün varlıkları olumsal (mümkün)1 olduğundan doğaları ile varoluşları (inniyet) ve gerçekleşmeleri (tahakkuk); diğer bir deyişle doğaları ile varlıkları (vücud) bir değildir. Bunların doğaları varlık ve gerçekleşme nitelikleriyle sonradan nitelenmişlerdir. Her olumsalda özü bakımından bir olumsallık varsa da, olumsallar doğaları bakımından olumsal iseler de, kendilerinin nedenleri  bakımından olumsal değil, zorunludurlar (vacib). Bundan dolayı “ilk neden” ve “ilkler ilki”nden çıkan “ilk akıl”da neden ve kökeni bakımından zorunluluk ve özü bakımından olumsallıktan oluşan bir ikilik vardır. Bunda neden ve kökeni bakımından olan zorunluluk, özü bakımından olan olumsallıktan üstündür. Üstün olan bu nitelikten üstün olan bir nesnenin çıkması uygun ve akıl da üstün olduğundan, “ilk akıl”dan zorunlu yönüyle bağlantılı olarak ikinci bir akıl; olumsal olan özüyle ilişkili olarak da bir nefs (Atlas Göğü, Felek-i Aksa) ortaya çıktı. Yine bu süreç içinde ikinci akıldan da üçüncü bir akıl ve bir nefs (Sabit Yıldızlar Göğü) ortaya çıktı. Üçüncü akıldan da dördüncü bir akıl ve bir nefs (Zuhal) ortaya çıktı. Hep bu süreç içinde, dördüncü akıldan beşinci bir akıl ve bir nefs (Müşteri); beşinci akıldan altıncı bir akıl ve bir nefs (Merih); altıncı akıldan yedinci bir akıl ve bir nefs (Güneş); yedinci akıldan sekizinci bir akıl ve bir nefs (Zühre); sekizinci akıldan dokuzuncu bir akıl ve bir nefs (Utarid) ortaya çıktı. Dokuzuncu akılda akıllar sona erdi ve bu dokuzuncu aklın nefsi Ay oldu.
Bundan sonra, yine bu dokuz akıl gibi madde ve süreden aşkın olan bir onuncu akıl gelir. Bu dokuz aklın her biri, dokuz gökten birinin yönetimiyle görevli kılınmıştır. Güneşin ışıklarının evrene yayılması gibi, bu onuncu aklın gücü de Ay altı gök olan Dünya’daki varlıklara yayılır. Kendilerinde düşünme ve kavrama yeteneği bulunanlardaki kavrayış bundan geldiği gibi, doğal cisimlerin oluşumları da bunun gücüyle olur.
Madde ve süreden aşkın olan akılların verimlilik ve gücü, bu onuncu akılda toplanmıştır. On sayısında dokuz tane birin gücü toplandığı gibi, bunda da tüm güçler toplanmış ve bu onuncu akıl, sayıların onuncu basamağında bulunan sayı gibi olmuştur. Bu onuncu akla, ögelerin yöneticisi ve geliştiricisi olduğundan, ögeler üzerinde etkili olduğundan etkin akıl (akl-ı faal) denilmiştir.
Eski filozoflara göre insan, bilgi ve bilim yardımıyla nesnelerin gerçekliklerine ulaşarak ve yükselerek töz (cevher) kesilecek olursa, bu etkin akıl basamağına gelmiş ve en yüksek yetkinlik basamağına erişmiş olur. İnsan için belirlenen yetkinlik de budur. Aristo (Aristoteles), Eflatun (Platon), Hipokrat (Hippokrates) ve diğer ünlü filozoflar buna inanıyorlardı. (İbn Sina da bu etkin akıldan ileri geçmemektedir.) İbn Rüşd’ün (1120-1198) dediği gibi,2 insanın yükselerek Tanrı’nın basamağına çıkabilmesi, Mecusi filozofların sözüdür. Bu söz Aristo’ya göre küfürdür. (Aşağıda özet çevirisini verdiğimiz, el-Gurbetü’l-Garbiye adlı yapıtında Sühreverdi de insanın yükselişini [mirac] ilk türüme [sudur, feyz] kadar çıkarıyor ve bunu da ruhsal yükselişin son noktası sayıyor.)
Göklerin yönetimiyle görevlendirilen dokuz nefsten sonra Ay altı gök Dünya’da da üç ve kimi filozoflara göre altı nefs daha olduğundan, nefslerin sayısı on iki ya da on beşe ulaşıyor.
Nefsin on iki olduğunu söyleyenlere göre dokuzdan sonraki üç nefs şunlardır:
1. Bitkisel nefs (nefs-i nebati),
2. Hayvansal nefs (nefs-i hayvani),
3. İnsansal nefs (nefs-i insani).
Nefslerin on beş olduğunu kabul edenler, bunlara şu üç nefsi daha ekliyorlar:
1. Felsefel nefs,
2. Yalvaçsal nefs (nefs-i nebevi),
3. Tümel nefs (nefs-i külliye).
Bitkisel nefse kösnül (şehvani) nefs derler. Bunun görevi besin aramak, bulduğu zaman tat almak, bu biçimde herhangi bir varlığın kişisel varlığını ve doğurma yoluyla da türel varlığını korumaktır. Bu korumaya “doğal biçimlenme” (takvim-i tabii) derler. Bunda çekme, tutma, özümseme gibi yedi güç; alt, üst, sağ, sol, ön ve ardı birbirinden ayırt edebilme, bunlardan en uygun yöne kök, dal ve budak salabilme, köklerini nemli yerlere doğru uzatma gibi bilinç ve duyumlar vardır. Bu nefsin etten yapılmış bir biçim ve heykeli yoktur.
Hayvansal nefse aynı zamanda öfkesel (gazabi) nefs de derler. Bunun da görevi öc alma, önderlik, üstün gelme ve evlenme isteklerini yaşatmaktır. Bunun etten yapılmış bir biçim ve heykeli vardır. Bunun güçleri beşe kadar çıkar. kimi zaman da beşten az olur.
İnsansal nefse düşünen nefs de (nefs-i natıka) derler. Bunun görevi de düşünmek, bilgi ve bilimi sevmektir.
Felsefel nefs ile yalvaçsal nefsin görevi birdir. Bunların görevi, vahiy ve ilham almak; etkin akılla birleşmek; gerçekten ayrılmış olan nefsleri gerçeğe, doğru yola ulaştırmak; bunları, yapılması gereken en güzel şeyleri yapacak duruma getirmek; yasa ve kurallar koyarak eksik yaratılışları tamamlamaktır.
Bu iki nefs arasında bir fark varsa, o da felsefel nefste gelecekten haber verme gücü bulunmamasıdır. O nedenle Eflatun, şeriatların bildirdiği yargıları bir giz olarak kabul eder, bunların üzerinde düşünmez ve neden aramazdı. Aristo da şeriatları oldukları gibi kabul ve teslim eder; şeriatlardaki emir ve yasaklarda neden arayanların cezalandırılmaları gerektiğini söylerdi.
Bu nefslerin en yükseği yalvaçsal nefstir. Bu nefs, bilgi kazanmak için, öncüllere ve tasımlara gereksinim duymaz. Nefsleri son derecede eksik olan, hemen hemen hayvanlar derecesinde bulunan insanlar görüldüğü gibi yetkinliğin son aşamasına yükselmiş, meleklere yaklaşmış insanların görülmesi de kesinlikle olanaksız değildir.
Tümel nefse gelince, bu da kabul edenlerce etkin akıl çevreninin altında bir basamakta bulunur ki, tikel nefslere vahiy bu nefsten gelir. Melekler bununla aşağı indikleri gibi, temiz ve yüksek ruhlar da bununla yukarı çıkar, yükselirler.
Şunu da söyleyelim ki, nefsin böyle yeryüzünde bitkisel, hayvansal, insansal ve diğer basamakları olduğu gibi, aklın da yeryüzündeki insanda özdeksel akıl, yetisel akıl, edimsel akıl, kazanılmış akıl olmak üzere dört derecesi vardır:
1. Özdeksel akıl (akl-ı heyulani): Anlaşılırları kavramaya özgü yetenektir. Çocuklarda gelişmemiş olan kavrama yeteneği buna bir örnek olabilir.
2. Yetisel akıl (akl-ı bilmeleke): Tikelleri duyumsama, bunların birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları seçme yetenek ve gücüdür.
3. Edimsel akıl (akl-ı bilfiil): Zorunlu bilgilerden kuramsal bilgileri çıkarma yeteneğidir.
4. Kazanılmış akıl (akl-ı müstefad): Aklın, kavramış olduğu kuramsalları hiçbir zaman yitirmeyecek ölçüde ilerlemesidir. Bu basamakların ilk üçü, en yetkin aşama olan bu dördüncü basamağın araç ve nedenleri, hazırlık aşamalarıdır.
Varlıkta “akıl” ve “nefs” basamaklarından sonra, yukarıdan aşağıya üçüncü basamak olmak üzere biçim ve biçimin taşıyıcısı olan özdek (heyula)3 basamakları gelir ki, bunlar Ay altı evrenindeki varlıkların en eksik ve en ilkel basamaklarıdır. Cisimler bu biçim ve özdeğin bileşiminden oluşmuşlardır. Her ne kadar göklerin tözleri ve onların biçimlerini yüklenmiş iseler de, onların düzenleri değişmez ve yerleşiktir. Ay altı evreninde bulunan ögelerin biçimleri değişmez ve yerleşik olmadıklarından, bunların basamakları gök cisimlerinden aşağıdır. Yukarıdan aşağıya doğru, birden bir çıkarak inen varlık yayının en aşağı ve en son basamağı ögelerin maddeleri olan biçim ve özdektir. Doğa evrenine düşmüş olan varlıklar, buradan yeniden yükselmeye başlarlar. İniş yayı burada sona ermiş, buradan çıkış yayı başlamıştır. Özdeğin burada almış olduğu ilk biçim ve ilk yetkinlik dört ögedir: su, hava, ateş ve toprak.
Bu ilk yetkinlikten sonra özdek, dört öge aracılığıyla maden; birleşme yasası üzere, özdek ve maden aracılığıyla bitki; sonra yine bu üç araçla hayvan; daha sonra bu dört araçla insan biçim ve yetkinliğine ulaştı. Böylece insan, doğa evreninin zirvesine yükseldi. Doğa evreninde insandan daha yüksek ve daha yetkin bir basamak yoktur.
Buna göre, evren, “akıl”dan başlamış ve “akıl” ile yetkinliğine kavuşmuştur.
Bundan sonra insanın yükselmesi, bilgi ile özdeşleşerek salt bilgi kesilmesi ve kazanılması akıl derecesini bulup etkin akılla birleşmesiyle gerçekleşir.
Eski ruhbilimciler, insandaki dış duyulardan başka beş de iç duyu kabul ederlerdi. Bunlar bellek (hafıza), sezgi (vahime), imgelem (mahayyile), anımsama (müzekkire) ve düşünme (mütekkire) idi. Bu beş duyu bir ortak duyuda (hiss-i müşterek) birleşirdi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.