Göz Alabildiğine / As Far as the Eye Can See

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Selçuk Demirel'in her zaman cebinde taşıdığı ve bir kayıtçı gibi çizimlerini yaptığı defterleri ne acıma duygusu uyandırır ne de duygusuzluk diye yazar John Berger. Daha çok bir suçlama ve bir umut arayışı vardır bu defterlerde. Zorbalığın niteliğini kavramak mümkün müdür? Zorbalığın inancının özü, kendine sonu gelmeyen bir kazanç kaynağı yaratmaktır. Bu ahmakça görünse de böyledir. Selçuk Demirel çarpıcı çizimleriyle ahmaklığın maskesini düşürür. Tarihin tuzakları büyük bir iştahla dünyanın kaynaklarını soğurur, imha eder. Selçuk Demirel, insanlığın yolunu tıkayan bu tuzakları yıkmak için sorular sorar.

Kafayı Kullanmak
John Berger


Selçuk çoğu zaman cebinde küçük bir defter taşır. Bu defter olmadan kanatlarının tüyleri yolunmuş bir kuş gibi hissediyordur kendini. Defterinde de birçok kuş vardır.

Selçuk bir şey gözlemlediği zaman, defterini çıkarıp onu çizer; tıpkı bir filozofun düşüncelerini ya da bir şairin eğretilemeleri not ettiği gibi. Ama burada gözlemlemek ne anlama geliyor? Bu pek ender olarak önünde durup bir şeye bakmaktır. Bu bir düşünce de değildir. Onun gözlemlediği şey iki ya da daha çok görüntünün imgeleminde buluşmasıdır. Bu buluşmalar da Empedokles'in "garip canavarlar" dediği şeyleri yaratır.

Sözgelimi, bir kelebek iki sevgiliyle karşılaşır ve bunlar birlikte yarı yitirilmiş ya da henüz bulunmamış bir dilin işaretini yaparlar. İşin şaşırtıcı yanı, Selçuk'un bu defterdekiler gibi çizimlerine bakma olanağı bulduğumuzda, onu nereye yerleştireceğimizi bilmesek de, bu dili anlarız. Bu bize bilgi aktaran bir dil değil, bir başkalaşımın dilidir.
Başkalaşımların yürüyen bir Kayıtçısıdır Selçuk. Üstelik Kant gibi dakiktir ve yaptığını yanlışsız yapmaktan hoşlanır. Defter olan cebinde değil de, diğerinde, eminim, iyice açılmış kurşunkalemler vardır. Defterlerde de kuşlardan başka çok düzgün çizilmiş kalem uçları görürsünüz.

Burada Selçuk'un yöntemini anlamaya çalışıyorum. Şimdi de onun bu Kara Kaplı Defterlerinde son zamanlarda ne üzerinde çalıştığını ve bu çalışmanın hem onun, hem de bizim üzerinde yaşadığımız gezegenle ilgisinin ne olduğunu ele almak istiyorum.

Bana öyle geliyor ki, bu kitaptaki 200 (?) çizimin hemen hemen hepsi şu ya da bu şekilde bir yerle ilgili. Bazıları doğrudan doğruya ? işte bir su damlasında Venedik, bir fincandaki kahve lekesinde İstanbul; bazıları da adsız, düşsel yerler ? bir başın üzerinde bir meyve bahçesi; bazıları ise olağan yerlerinden uzaklaşıp umulmadık yerlerde karşımıza çıkan düşsel görüntüler ? bir adamın kafasının birden karnında karşımıza çıkması, bir gözlüğün insanın burnunun üstünde olacağı yerde yüzünün derisine gömülmesi.

Bu art arda gelen ve gerçeği olağanüstü bir sezgiyle yansıtan karalamalardan tipik bir örneği seçecek olsaydım, bir sandalyeye oturmuş dünyanın dört bir yanından gelmiş posta pullarını midesine indiren bir adamın çizimini seçerdim! Çizimlerden birçoğu da üzerindeki sınırların durmadan değiştiği haritaların tıpatıp benzeri olan gövde ve yüzleri gösteriyor.

Yer ve yer değiştirme konusunun bu kadar üzerinde durulması şu yaşadığımız küreselleşme çağında bu gezegen üzerinde yaşayan herkesin sorabileceği bir soruyu gündeme getiriyor: insanın yurdu yuvası neresi?

Kuşlarla kalem uçlarının yanı sıra birçok da sandalye var Kara Kaplı Defterlerde. Bir kadının topuğunun altında duran bir sandalye, bir adamın saçlarının arasındaki sandalye, açık bir ağızdan uzanan bir dilin üzerindeki sandalye. İnsanın yurdu yuvası kendi sandalyesinde rahatsız edilmeden, istediği kadar ve huzur içinde oturabileceği bir yerdir.

Hiç de aşırı bir istek değil bu, oysa bugün yaşadığımız dünyada böyle bir istek gerçekleşmesi iç paralayacak kadar güç bir düş durumunda. Posta pullarını yutan adamın görüntüsü aslında bir şeyi yitirmeyle, ütopyayla, acı çekmekle ilgili. Oysa Selçuk'un Kara Kaplı Defterleri ne acıma duygusu uyandırıyor ne de duygusuzluk. Daha çok bir suçlama ve bir umut arayışı var bu defterlerde.

En yaygın olduğu için aynı zamanda zorbalıkta gelmiş geçmiş en ölçüsüz kargaşanın içinde yaşıyoruz. Zorbalığın niteliğini kavramak kolay değildir, çünkü onun dünyadaki en büyük 200 çokuluslu şirketten Pentagon'a uzanan güç yapısı, birbiriyle kenetli olduğu halde dağınık, diktatörce olduğu halde adsız, her yerde görüldüğü halde yerinin nerede olduğu tam olarak bilinmeyen bir özellik taşır. Bu zorbalık, yalnız vergi yasaları açısından değil, kendi denetiminin dışında hiçbir siyasal yasaya uymadan yerleşik kuralları geçersiz sayan bir anlayışla baskısını uygular. Amacı bütün dünyanın yerleşik düzenini sarsmaktır. Gücünün temelleri iki tehlike kaynağına dayanır. Bunlardan birincisi dünyanın en fazla silahlanmış devleti aracılığıyla havadan saldırıdır. Buna Tehlike B 52 diyebiliriz. İkincisi ise amansız bir borçlandırma, iflas ve bunun sonucu olarak da günümüzde dünyadaki üretim ilişkilerinin yol açacağı açlıktır. Buna da Tehlike Sıfır diyebiliriz. Zorbalığın ideolojik stratejisi ?ki bunun yanında Bin Laden'in stratejisi çocuk oyuncağı kalır? şu anda var olan her şeyin altını oyarak yıkılmasını ve böylece kendi sanal biçimine dönüşmesini sağlamak, bu durumdan da sonu gelmeyen bir kazanç kaynağı yaratmak. İşte zorbalığın inancının özü budur. Kulağa ahmakça geliyor. Ama zorbalıklar da ahmakçadır.

Selçuk'un en çarpıcı çizimlerinde ahmaklığın maskesinin düşürüldüğünü görüyoruz. Doymak bilmeyen tüketici, gövdesi alt ve üst çeneye dönüşmüş iki bacağı üzerinde yürüyen sınırsız Hak sahibi adam. Ya da Bush'un otomatik bir silah gibi ucundan duman tüten ileri uzanmış işaret parmağı ve Pentagon'un kimseyi dinlemeyen bir kuduz köpeğe dönüşmüş yumruğu.

Ya umut arayışı? Umut, tanımı gereği, bir mücadeledir. Meksika'nın güneydoğusundaki Zapatistaların önderi Subcommandante Insurgente Marcos son yazdığı bir mektubunda şöyle diyor:

"İsyancı, yıkmak için duvarlara vurur, çünkü labirentin bir tuzak olduğunu bilir," (bu Kara Kitap'ta da birçok labirent var) "duvarları yıkmak dışında bir çıkış yolu olmadığını da bilir. İsyancı başını bir koç başı olarak kullanıyorsa, bunu, kafası sert olduğu için değil (sert olmasına serttir kafası, bundan kuşkunuz olmasın), tarihin tuzaklarını efsaneleriyle birlikte yıkıp yok etmek bir kafa işi, entelektüel bir iş olduğu için yapıyordur. Bunun sonunda da o kadar korkunç ve sürekli bir baş ağrısı çeker ki isyancı, bu ona en kötü migreni bile unutturur!"
Tarihin tuzaklarını yıkmanın bir yolu da insanların sonu gelmeyen sorularını sormaktır. İşte Selçuk'un karalamaları da sözcük kullanmadan bunu yapıyor.

Biz neyin parçalarıyız?

Beden nerede sona erer?

Çipler neden beyinsizdir?

Dolaşımla dans arasındaki ayrım nedir? Vb.

Bu sorular bizi insanların sözcükler gibi kısaltmalara indirgenmesine, yeni zorbalığın kurallarına göre kısaltılmalarına karşı çıkmaya yöneltir.

Teşekkürler Selçuk.

"Ne biçim gülmüş
Bu tahammül!" - Can Yücel

Çeviren: Cevat Çapan

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.