Görüş Evi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Görüş Evi

“Sovyet kamplarının karanlık yüreğinin derinliklerine doğru hızla ilerleyen, tarihin yürek parçalayıcı olaylarından birine yapılan yolculuk...”

Çağdaş İngiliz romanında düzyazı üslubu en çok hayranlık uyandıran yazarların başında gelen Martin Amis, Stalin dönemini anlatan bir dizi kitap yazmış, döneme ait en acı hatıraları ise Görüş Evi isimli bu romanına saklamıştı. Görüş Evi: mahkûmların eşleriyle birlikte olabildikleri, yaşadıkları kabusun içinde cennetimsi, büyüleyici hatıralara ulaşabildikleri tek yer...  Sovyetler Birliği’nin devlet kamplarında yaşamış eski bir mahkûm, yıllar sonra Amerikalı üvey kızı Venüs’e bir mektup yazar. Yıl 2004’tür, yaşadıklarının üzerinden yarım yüzyıldan uzun bir süre geçmiştir. Venüs’ün yaşadığı ABD, 11 Eylül’ün yaralarını sararken, 2004’ün Eylül ayında Beslan okulundaki katliamla sarsılan Rusya ise yeni sorunlarla karşı karşıya gelir. İkinci  Dünya Savaşı sonrasına yaptığı yolculukta, 84 yaşındaki mahkûm, ağabeyi Lev’le yaşadıklarını ve ikisinin de âşık olduğu Yahudi güzel Zoya’ya olan  tutkusunu anlatacak, Rusya’nın karmaşık tarihindeki bir sayfayı aydınlatacaktır.

Sevgili Venüs,
Eğer dedikleri doğruysa ve ülkem ölüyorsa, o zaman galiba onlara bunun nedenini anlatabilirim. Görüyorsun ya, yavrum, vicdan hayati bir organ, bademcikler ya da lenf bezleri gibi bir fazlalık değil.
Bu arada, tebriklerimi kabul et. Artık gençlerden oluşan önemli bir gruba, ihtiyar bir akrabanın küflenmiş anılarına müşteri bulma­ya mahkûm gençlerin arasına katılıyorsun. Yine de, çok uzağa gitme­ne gerek olmayacak: Jones Caddesi’ndeki Gagarin Yayınları’nı bul. Bay Nosrin’i sor. Endişelenme: Çalışmalarını içeren film rulolarını bütün halinde bir saat içinde film banyo eden dükkânlara gönderen, hikâyesini gazetelerde okuduğumuz şu kafası dumanlı sapığın yolundan gidecek değilim. Nosrin kafaya alındı (paranın hepsi ödendi). Üstelik hemşe­rimdir kendisi, anlayış gösterecektir. Çıktı alınmasını istiyorum, lütfen, tek kopya olsun. O da senindir.
Bana neden hiç “içimi dökmediğimi”, “dışa vurmakta”, “rahatla­makta” neden bu kadar zorlandığımı falan soruyordun hep. İşte, be­nimki gibi bir geçmişin varsa, geçmişine kafa yormadığın zamanlardaki perde araları uğruna yaşarsın – bu konuda konuşarak geçirilen saatler ise hiç şüphesiz bunlardan biri değildir. Üstümde daha belirsiz bir baskı da vardı: Senin bana inanmayacağına dair, açıkça nevrotik bir korkuy­du bu. Zihnimde, gözlerini kaçırdığını gördüm, yüz çevirdiğini, öne eğ­diğin başını usulca iki yana salladığını. Bu da nedense katlanılmaz bir olasılıktı. Yaşadığım korkunun bir tür nevroz olduğunu söyledim ama benzer geçmişe sahip kimselerin de büyük ölçüde aynı korkuya kapıl­dıklarını biliyorum. Ortak nevroz, ortak kaygı. Kitlesel duygu: Hep bu konuya dönmek zorunda kalacağız.
Olaya dair bilgileri ilk başta siyah kelimeler halinde beyaz bir say­faya topladığımda, kendimi şekilsiz, ufak bir rezalet ve dehşet yığınına bakarken buldum. Ben de olaya biraz şekil vermeye çalıştım. Biraz for­ma sokup şablona oturtmaya çalıştıkça kendimi daha az bir başına bırakılmış hissettim, kişisel olmayan güçlerin yardım ettiklerini sezebili­yordum (onlara fena halde ihtiyacım vardı). Bu bütünlük iması muhte­melen yanıltıcıydı. Anayurt ezelden beri karşı aydınlanmalarla, olum­suz tezahürlerle dolu, fakat bütünlük, bunlar arasında yer almıyor. Ül­kemde bütünlük sağlamış herhangi bir şey yok.
1930’larda Aleksei Stahanov adında bir madenci vardı, tek bir var­diyada yerin altından, kota yedi tonken, kimilerinin söylediğine göre yüz tondan fazla kömür çıkarırdı. Stahanovcular ya da “şok” işçile­ri kültü böyle oluşmuştu: Vadileri dolduranlarla dağları dümdüz eden­ler, insan buldozerlerle kazı makineleri. Stahanovcular, çok sık olarak, düpedüz sahtekârlardı – ve yine çok sık olarak, şişirilmiş standartlar­dan nefret eden iş arkadaşlarınca ipe çekilirlerdi... Bir de “şok” yazar­ları vardı. Binlercesi çalıştıkları fabrikalardan alınır, nesir maskesi al­tında propaganda metinlerini nasıl kaleme alacakları konusunda eğiti­lirlerdi. Benim amacım başka ama benim de öyle olduğumu düşünmeli­sin – yani hakikati söyleyen bir “şok” yazarı olduğumu.
Hakikat senin için acı verici olacak. En yüz kızartıcı suçumu, ne­redeyse diğerlerinin hepsi gibi uzak geçmişte değil sen hayattayken, an­nenle tanıştırılmamdan birkaç ay önce işlemiş olmak, bir kez daha ca­nımı acıtıyor (kâğıt kesiği gibi ince bir çizik). Ruhum eleştirilmek isti­yor. Ama eleştirin kişisel olsun, Venüs – sana ait bir eleştiri olsun, için­de bulunduğun grubun ve ideolojinin eleştirisi değil. Evet, duydun işte, küçükhanım, ideolojinin dedim. Ilımlı bir ideoloji olduğunu kabul edi­yorum (ana fikri ılımlılık zaten). Kimse onun uğruna kendini havaya uçurmayacak.
Benim yaptıklarımı özümsemen – neresinden bakarsan bak, cesa­ret ve büyüklük göstermen gerekecek. Ama en katı intikamcının bile (ki sen öyle değilsin) olayların aldığı son halden oldukça memnun kalaca­ğını düşünüyorum. Buna itiraz olarak, anneni ve yirmi yıl boyunca o evde senin olmanı hak etmediğim söylenebilirdi, buna sesimi de çıkar­mazdım. Artık ciddi olarak beni hafızandan silip atacağın korkusu da yok içimde. Bunu yapacağını sanmıyorum. Çünkü köle olmanın ne ma­naya geldiğini anlıyorsun.
Venüs, beni O’Hare’a götürmene izin vermediğim için bana içerle­meye devam etmene üzülüyorum. “Hep böyle yapmaz mıyız?” demiş­tin: “Birbirimizi havaalanına bırakır, havaalanında karşılarız.” Bunun ne kadar nadir yapıldığının farkında mısın? Artık kimse bunu yapmıyor, yeni evliler bile. Pekâlâ, teklifini geri çevirmekle bencillik ettim. O gün teklifini neden reddettiğimi, sana herkesin önünde vedalaşmak is­temediğimi söylerek açıklamıştım. Aslında beni asıl rahatsız eden du­rumun asimetrikliğiydi. Senin ve benim, birbirimizi havaalanına götü­rüp geri getirmemiz. Bir daha geri getirilmeyeceğimi bildiğim için gö­türülmek de istemedim.

Sen de hayata her Batılı gencin umut ettiği kadar iyi hazırlan­mış haldesin, sağlıklı beslendin, sağlam bir sağlık sigortan, iki üniversi­te diploman var, yurtdışı seyahatleri yaptın, yabancı dil biliyorsun, diş teli taktın, psikoterapi gördün, malın mülkün ve sermayen var; üstelik çok güzel bir ten rengine sahipsin. Kendine bir baksana – baksana cil­din nasıl da parlıyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.