Çocuktaki Bahçe

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

İlk kez 1982’de yayımlanan Çocuktaki Bahçe, Sait Faik sonrası öykücülüğümüzün önemli adlarından, “İkinci Yeni’nin öyküdeki karşılığı” Feyyaz Kayacan’ın (1919 - 1993) tek romanı. Kayacan’ın öyküleri için Selim İleri şunları söylemişti: “İroninin yanı sıra şiir, şiirin yanı sıra handiyse tozlanmış bir maziperestlik ve o maziperestlikle için için fokurdayarak alay eden bir yenilikçilik: Feyyaz Kayacan’ın öykülerini ille özetlemek gerekirse, akla ilk gelen bunlar...” Bu saptamalar Çocuktaki Bahçe için de geçerli. Ya da Feyyaz Kayacan’ın kendi sözleriyle: “Çocuktaki Bahçe iki yanlı bir roman. Bir yanı meddah, bir yanı Kafka. Bu iki öğe, durmadan yer değiştirmekte, birbirini etkilemekte.”

1
Çıkmazın Temelini Yeniden Atmak
ya da Yüzümün Sesinde Uyanmak

(Ben çocukken piyâleyi asker sanırdım.)

Anıların direngen dehlizlerinde kötümser, kocamış bir köstebek gibi dolaşmaktan, didinmekten, us sürtmekten bıktım. Karanlığın yanımda hergün yaver ya da yoldaş kılığına girmesi, kurtlanmış kabak tadı vermeğe başladı. Köstebeğin karanlıkla içli dışlı olduğu bilinir ya, o başka. Yani ne demek istiyorsunuz? Köstebekliği bile beceremiyorsun mu diyecek birisi birazdan?

Diyecek olursa çoktan geç kalmış olacak. Onu ben söyleyeli nice mevsim kurudu. Nice bulutun yağmuru aşındı.
Bir iğne deliğinden sızacak denli ince bir ışın girse içeri yeter. Dışarı çıkmış gibi olurum ayağımın yarısıyla hiç olmazsa. Hiç olmazsa solucan yivlerinin içine düşmem bir daha. Acaba? Bir tutam ışıkla bunca işin altından kalkmak kolay mı? Ben yalan söylüyorum gene galiba. Belki de paslı böbürlenmelere, o olmasa bile, kendime güven köprüleri uzatmalara yelteniyorum.
Çok eskiden olsaydı oyalanabilirdim konu üzerinde, çevresinde ve durulabilecek her yerinde. Bir yaklaşır bir uzaklaşırdım. İşime gelmeyince, elimi eteğimi, dilimi çekerdim. Daha ağzımı hiç açmamışlığa, kafamdan bana kendini benimsetecek hiçbir düşünce geçirmemişliğe bürünürdüm. Böylece sakat davranışlardan ve bunların başkalarının elinde bir suçlama kozu olmasından kurtulurdum. Kişi bir dirhemlik bir yanlışlık yapsa bir okkalık suçlamalara çarptırılıyor. Görünürde öğütleme sayılıyor bunlar. İnsanın ensesine keser gibi inen öğütlerden sonra yol göstermeler neye yarar? Sonra gösterilen yolun en geçerli yol olduğu nerden biliniyor? Kim uydurmuş onu? Birisinin yolu bir başkasının çıkmazıdır.
Tek ben mi köstebeğim?
Başka herkes kartal mı?
Bir sağduyu mühendisliği diye bir şey tutturmuşlar kulağımın dibinde. Kafamın eti keşkeklenecek bu gidişle.
Şimdi ben de başladım başkalarına laf atmağa. Laf atmak suçlamak demektir, şunu yapsaydın şu olmazdı demektir.
Bir yolu, birisinin ayağına takmaya varır bu da.
Yeter artık. Konu dışında oyalanıyorum bu kez.
Ne diyordum? Çok eskiden olsaydı, zaman bolluğu güncel bir kolaylık olarak kalsaydı yanımda, her istediğimde el atabildiğim, erteleme, geciktirme törenleriyle tatlı tatlı vakit geçirirdim. Konuyu, bahçeyi, kelepçe-bahçeyi ve içeriğini anlatmak sorumluluğunu üstlenmeme gerek kalmazdı daha bir süre.
Olmadı bu işte. Yalan gene. Kim neyi nerede ve ne zaman erteledi? Neydi bizim yaptığımız? Kimdi meyhanelerde barlarda klüplerde, kahvelerde, önüne gelene sarılıp tenkiye yapılmış bir meddah gibi harıl harıl çocukluğunu anlatan? Kimdi aynı öyküyle rakı, votka, şarap şişelerini usandıran, kadehlerin keyfini çatlatan?
Hastalık olmamış mıydı bende çocukluğumu sağa sola, sokak satıcısı gibi duyurmak? Kaç alıcı çıktı? Otobüslerdeki biletçileri, güvertelerdeki martıları acımasız lafa tutan kimdi? Hem de nasıl anlatırdım. Önümde bir kitap varmışcasına. Okuyormuşcasına. Hiçbir sözcüğünü, hiçbir virgülünü kaçırmadan. Ezbere. Kopya çıkartır gibi durmadan yineliyerek.
Bir boşalım olsun diye, içimdeki bahçeyi silmek için yapıyordum ben bunları. Her anlatı sonunda rahatlardım. İçim genişler, açılır, serin bir ıssızlıkla dolardı. Bahçenin zonklaması dururdu. Kurtuldum izlenimine kapılırdım. Ne gezer! Anlatı, aldatıyla sonuçlanıyordu. İçimden koparıp attığımı sandığım bahçe, yeni baştan ve daha derin ve kapsamlı bir güçle, daha yapışkan sarmaşıklarla, içimde kök kök, duvar duvar, ağaç ağaç birikmeye başlıyordu. Tükenmez bir umacı gibi.
Anlatmakla yetinmek yanlış, dedim, bir iki kez. Yazmalı. Kafamdaki, kanımdaki bahçeyi yazıp sayfalara hapsetmeli, kapatmalı. Denedim. Onu da yaptım. Olmadı gene. Beş on yapraklık iki bölümcük çıktı ancak ortaya. Arkası kesildi, kurudu. Gerçekte yazdıklarım bir yüksük içinde, hem de kapaklı bir yüksük içinde, boğuk bir gevezelikten başka bir şey değildi. Ne demekti bu yarıda kalmalar, atmaya çalıştığım bir iki adımın daha başlangıçta boşa gitmesi?
Demek ki, bahçe anlatılmaya hazır değildi. Demek ki, bahçe buyruğunu daha bir dillendirmek istiyordu. Daha bir pekişsin, daha bir yoğunlaşsın istiyordu gözümün belleğinde. Hiçbir ayrıntısının yitmesine izin vermiyordu. Kazıklaşmış bir sesti kulağımın içinde. Uğultusu içimde, iliklerimde gelgitleniyordu kıl testereleri biçiminde.
Buyruk çıkmış olacak ki kendimi gebe konumun başında buluyorum şimdi. Yani umacı kıvamına erişmiş. Amaaan erişirse erişsin. İyi halt etmiş. Sonra gerçekte kim kimin istemince, etkisince davranıyor, orasını da pek kestiremiyorum. Bahçe bana hep bir uydu gözüyle mi bakıyor? Beni hâlâ önünde sustaya kalkmış, yelkenlerini yutmuş, liman dilencisi bir teknecik mi sayıyor? Orasını bilmem. Şimdi küt diye ölsem hanyayı konyayı anlar, hapı yutar, açıklarda kalır. Ama işbirliği edeceğiz artık. Yazayım artık, kurtulayım, içimde eşyalaşmasın bunlar. İsterse delinsin teknem. N’olur? Güzel güzel su alır.
Yeter ki korunuğu olmaktan çıkayım, çoktan geçmiş günlerin oyukları içinden uzanıp omzumda ağırlaşan bahçeli elin.
Ama satranç oyuncusu değilim. Seksen yönlü düşünmek, kılın gölgesini bile kırk yarmak, açık vermekten, tuzaklara düşmekten kaçınma yollarını aramak çoğaltmak bana göre değil. Canım sıkılır. Canım sıkılırsa konuyu bıraktığım gibi cehennemin dibini boylar ve bomboşlanmışlığın şiltesine yan gelip yatarak isli günümü mis gibi gün ederim orda. Bahçe de başının çaresine baksın. Çifte kavrulmuş nanikli selamlarımı yollarım ona, çok yerinde bir pişkinlikle.
Dedim ya oyalanacak vaktim yok. Ben bu oyunlara gelemem artık. Bütün oyunlar donmuştur. Hesaplaşmak ya da helallaşmak gibi bir şey olacak. Bunu değerlendirmek bana düşmez. Yapmaya kalkışsam dikkatim dağılacak, ipin ucunu kaçıracağım elden. Yaşamımın şuracığına dek gelmişim. Çoğu gitmiş azı kalmış. Yılların törpüleri de ne hamarat şeylermiş. İdare ediyoruz gene de. Yaşamın bir ucu avucumda. Lastik gibi çekip uzatıyorum. Ikınarak. Bir kopsa... Yahut da bir bıraksam bir koyuversem. Bazılarda olacak gibi oluyor. Sesim ingin artık. Kanım ingin. Edici değil, seyirci. Damarlarımda parmak basmaktan doğrusu ürktüğüm bir serinlik akıyor. Bir soğukkanlılığa dem vurmasını amaçlamıyorum bunları söylerken. Yaşanılan her güne yaratıcı bir iğretilikle bakmayı söylemek istiyorum. Kişi habire bağlanamaz yapışamaz ki yaşama, şeytantersi ağacından çıkan kasnı zamklarıyla. Geleceğe temiz bir bekleyişle açılmak gerek.
İşte yani bir ayağım mezarda sayılabilir. Bir bakıma bir yaştan sonra herkesin bir ayağı mezara benzer. O belli. “Çoraplanmış bir mezar gibi” lafını edecektim. Ne ki çorap çıkarılıp atılır.
Kırkayak olsaydım umursamazdım. Belli olmayan, mezarımın neredeliği. O da önemsiz ya. Öldükten sonra toprak her yerde topraktır. Birinci mevki toprak diye bir şey aramayın. Adressizliktir ölüm. Loca değil, kürsü değil, borazan değil, kantar değil. Hangi terziye diktirilicek kefenin cebi?
En önemlisi son soluğun geçmişi, toplamı ve coğrafyasıdır. Alt tarafı, ötesi, minare tozu.
Aç gözlü hastalıklar sıraya girmişlerdir kapımın önünde herhalde. Kovacak değilim. Şimdilik komşulukla yetindiklerine göre durumda bir sakatlık yok. Ama ben uyuduktan sonra kim söyleyebilir ne yaptıklarını? Şurama burama burunlarını sokuyorlardır belki. Yer beğeniyorlar, yer tutuyorlardır. Şuraya çok işlek bir kanser oturtabiliriz, beynin şu köşesini bir ur bahçesine çevirebiliriz, diyorlardır belki de. Gelecekteki bir paylaşmanın temelini atıyorlardır. Anlaşmazlıklar çıkıyordur, saldırmazlık, ateşkes sözleşmeleri, anlaşmaları oluyordur aralarında. Ben her olasılığa karşı önlemli giriyorum yatağa, geceleri. Örgenlerime tek tek kulak vermeyi ödev edindim. Uyku basmadan önce içime dalıp sesleniyorum. Diyorum ki, kubbelenen çarşafların altından:
“İyi geceler, benim emekli böbreklerim.”
“Aziz yüreğim, sana da Allah rahatlık yollasın.”
“Ey benim bilincimin pınarı, gök kokulu usum, gel birlikte düşleyelim yarın denize indireceğimiz amaçları.”
“Serçeparmağım, en güzel cıvıltılar senin olsun.”
Hiç de fena değil insanın kendine ara sıra ufacık mendiller sallaması. Hiç olmazsa karanlığın nükteleri genzinize kaçmaz oluyor ikide birde.

Sizin danışıklı şiirlerinizde, uydurma, yalancı ağaçlar, çocukluğun beşiğini bahçesini şıngır mıngır püsküllü mutluluklar içinde sallayadursun, içimde bana yer bırakmayan başka bir bahçenin dikenleri arasından Feyzi adında bir çocuk yosunlu gözlerini açıyor; gözleri kanıma, etime sesime karışıyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.