Cinsiyeti Yazmak

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar” kitabının devamı niteliğindeki bu derleme, cinsiyetli varoluşumuzu, toplumsal cinsiyeti ve cinselliği daha iyi anlama ve anlamlandırma çabasının bir sonucu. Kadın yazar ve akademisyenlerin teorik düşünümlerini somut deneyimlerle bir araya getirerek zenginleştirdiği bu yazılar toplumsal cinsiyet ve cinselliğin toplumsal ve tarihsel sorunlarla bağlantılarını tespit etme çabasında buluşuyor.

Kitabı yayına hazırlayan Zeynep Direk’in ifadesiyle:
“Cinsiyet bir öğrenme alanıdır: insan başkalarını, aynılığın desteklendiği, farklılığın ezildiği toplumsal hayatı her zaman bir durum içinde bulunan bedeniyle deneyimler. Beden ve onun duygulanımları, iktidar ilişkilerini idrak etmenin, yorumlamanın en kritik araçlarından birisidir. Bedensel hafızamız toplumsal cinsiyet normlarını tekrar tekrar işleme sokmayı ve icra etmeyi dayatan ve sorgulaması kolay olmayan anılarla, bilgilerle doludur; bununla birlikte adalet, hakikat, dayanışma gibi değerler yeni duygulanımların, yeni kavramların ve farklı bir dilin oluşmasının yolunu açarlar. Yeni davranışların kökeninde her zaman yeni bir dil vardır. Bu kitapta okuyacağınız yazılar da yeni bir dili yaratmak, cinsiyetli varoluşta sözünü kurma, söyleme ve direnme olanaklarını açmak, genişletmek için yazıldı.”

Yazarlar: Ege Selin İşlekel, Halide Velioğlu, Çiğdem Yazıcı, Zeynep Köylü, İmge Oranlı, Zeynep Gemuhluoğlu, Elif E. Akşit, Zeynep Talay, Zeynep Direk, Fulden İbrahimhakkıoğlu, Nazlı Pektaş, Riitta Cankoçak

Bu derleme Yapı Kredi Yayınları Cogito dizisinden çıkan “Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar” kitabının devamı olacak bir ikinci cilt olarak düşünüldü. Bu kitabın çok okunması ve sevilmesi bizi çeşitli disiplinlerden akademisyenler ve edebiyatçılarla benzer bir çalışma yapmaya teşvik etti. “Cinsiyetli Olmak”ta olduğu gibi, kadın yazarların cinsiyetli varoluşumuzu, toplumsal cinsiyeti, cinselliği daha fazla düşünme, daha iyi anlama çabasıyla karşılaşacak okur bu kitapta. Felsefi olarak güncel feminist yazının önemli izlekleri ve sorunlarıyla karşılaşacak, bunların antropoloji ve edebiyat ve sanattaki izdüşümleriyle ilişki kurma şansına sahip olacak.

Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi konuların nefret suçları, iktidar, egemenlik, savaş, inanç özgürlüğü gibi diğer toplumsal, siyasal sorunlarla bağının henüz yeterince kurulmadığı ama yavaş yavaş kurulmaya başladığı bir çağda yaşıyoruz. Bu bağın kurulmasında kendi içinde bir çokluk ve tartışma alanı olan feminist düşüncenin açılımlarının elbette büyük payı var. Kadın cinayetlerinin politik olduğu, kadınlara siyasal egemenliğin annelik işlevini dayatmasının eril iktidarın siyasal ekonomisinin bir göstergesi olduğu gittikçe daha iyi anlaşılmaya başladı. Kadınların ve LBGT hareketinin iktidara karşı direnişin motoru olduklarını, toplumsal özgürlüğün cinsel varoluşun savunulmasından ve özneleşme ve kendini ifade etme süreçlerine girmesinden geçtiğini fark etmekteyiz.

Kadın filozoflar, antropologlar, sosyologlar, ilahiyatçılar, yazarlar, şairler, sanat eleştirmenleri olarak biz de bulunduğumuz coğrafyadan ve tarihsel dönemde bu farkındalık yaratma sürecine katkıda bulunmak istedik. Cinsiyetli varoluşu, toplumsal cinsiyeti, cinselliği düşünme çabası kuramsal kaynaklardan olduğu kadar somut deneyimden ivme kazanır. Bedende tekil, fakat her zaman ilişkisel bir biçimde yaşanan cinsiyet ile toplumsal hayat arasında birincisinin ikincisi tarafından kurulduğu tekyönlü bir belirlenimden çok dönüştürücü bir etkileşim vardır. Heteronormatif baskıya, ikiyüzlülüğe, erkek şiddetine ve dinsel şiddete karşı “toplumsal ahlak kimin ahlakı?” sorusunun siyasal meşruiyet ve görünürlük kazandığı bir kamusal alanda bulunuyoruz. Bu alandaki sembolik mücadele, hayatını savunmak için risk alan öznenin salt bedensel karşı duruşuyla bile hatırı sayılır, çoğul, örgütsüz bir dayanışmayı çağırabileceğini gösteriyor.

Cinsiyet bir öğrenme alanıdır: insan başkalarını, aynılığın desteklendiği, farklılığın ezildiği toplumsal hayatı her zaman bir durum içinde bulunan bedeniyle deneyimler. Beden ve onun duygulanımları, iktidar ilişkilerini idrak etmenin, yorumlamanın en kritik araçlarından birisidir. Bedensel hafızamız toplumsal cinsiyet normlarını tekrar tekrar işleme sokmayı ve icra etmeyi dayatan ve sorgulaması kolay olmayan anılarla, bilgilerle doludur; bununla birlikte adalet, hakikat, dayanışma gibi değerler yeni duygulanımların, yeni kavramların ve farklı bir dilin oluşmasının yolunu açarlar. Yeni davranışların kökeninde her zaman yeni bir dil vardır. Bu kitapta okuyacağınız yazılar da yeni bir dili yaratmak, cinsiyetli varoluşta sözünü kurma, söyleme ve direnme olanaklarını açmak, genişletmek için yazıldı.

Cinsiyeti bir çokluk ve bir tekilleşme alanı olarak görmeye çalıştık. Cinselliği toplumsal cinsiyet normlarının şekillendirdiği bir yaşantı, bir şiddet alanı haline gelebilen bir deneyime dönüşebildiğini de hiç unutmayarak, insanı başkasıyla ilişkiye sokan, dünyanın başka bir kökenini deneyimlemesine izin veren bedensel bir ilişki olarak ele almaya çalıştık. Elbette cinsiyet, farklılıkların bir kesişimi olduğu için, insanı yalnızlaştırabileceği gibi duygudaş da kılabilir. Cinsiyet bize hazlar, ıstıraplar, bilgiler, direniş olanakları verir. Cinsiyetli bir varlık olarak üretilmişlikten özneleşmeye, kendi sözünü söylemeye, kendini tensel ve tinsel olarak ifade etmeye geçmektir belki de asıl dert.

Bu kitap Elif Ekin Akşit, Zeynep Talay, Halide Velioğlu, Zeynep Köylü, Ege Selin İşlekel, Zeynep Direk, Fulden İbrahimhakkıoğlu, Nazlı Pektaş, İmge Oranlı, Zeynep Gemuhluoğlu, Riitta Cankoçak ve Çiğdem Yazıcı gibi akademisyen ve yazarları bir araya getiriyor. Farklı sorunsalları olan bu yazıları birbiriyle ilişkilendiren şey cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve bunların başka, siyasi, toplumsal ve tarihsel sorunlarla bağlantılarını fark etme çabasıdır, diyebiliriz.

Zeynep Direk

İktidar neden kadın bedeniyle ilgileniyor? Bugün yalnızca feministlerin yanıtlamaya çalıştıkları bir soru değildir bu. Ülkemizin içinde bulunduğu, ataerkinin, antiseküler otoriterliğin yeniden tesis edilmek istendiği siyasi bağlamda, kadınların özgürleşmesi yolundaki kazanımların kolayca kaybedilebildiği ama feminist direnişin de güçlendiği bir ortamda, bu soru kendini feminist olarak tanımlamayan insanların da kafasını kurcalıyor. Kadının erkekle eşit olmadığını, kadının fıtratının farklı olduğunu bildiren demeçler, önemli siyasi mevkilerdeki kişilerin kadınların nasıl davranması, nasıl yaşaması gerektiğine ilişkin beyanları hepimizi iktidarın veya siyasi egemenliğin kadın bedeniyle ilişkisini düşünmeye davet ediyor, dahası buna zorluyor.

Sorduğum bu güncel soruya yanıt vermek için iki yolu takip edebiliriz. İlki feminist kurama, bu kuramın iktidarla kadın bedeni arasındaki ilişkiye dair söylediklerine geri dönmek. İkinci yol ise siyaset felsefesinin temel sorunlarından birine, egemenlik sorununa bakmak, egemenliğin ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, nasıl işlediğini anlamak. Anlamlı bir açılım, bu iki bakış açısını ilişkilendirerek yapılabilir elbette.

Feminist yazın içinde iktidarın kadın bedeniyle ilişkisinin nasıl merkezi bir soru haline geldiğini, bu sorunun nasıl tartışmalara bağlı olduğunu hatırlayarak söze başlayalım: Feminizm Batı’da, 1970’lerde kadın çalışmaları ve diğer disiplinler vasıtasıyla akademik dünyaya girmiştir, fakat toplumsal ve siyasi tarihi elbette çok daha eskidir. Bu tarih kavramsal bir biçimde ele alındığında üçe bölünerek “eşitlik”, “farklılık” ve “üçüncü dönem” olarak açıklanır. Ana hatlarıyla ifade edersek, eşitlik feminizminde “toplumsal cinsiyet”, farklılık feminizminde “cinsiyet farklılığı” kavramı daha önemli bir rol oynuyor. “Toplumsal cinsiyet” de aslında cinsiyet farklılığı sorusuna odaklanır; ikiye bölünmüş haliyle cinsiyet farklılığının toplumsal ve tarihsel olarak nasıl üretildiğini ve anlamlandırıldığını açıklamayı hedefleyen bir kavramdır. Ancak bununla sınırlı da değildir, zira toplumsal cinsiyet ikiyle sınırlı değildir. Daha geniş anlamda, “toplumsal cinsiyet” siyasi, tarihsel, toplumsal iktidarın veya tahakküm biçimlerinin bedeni, cinsiyetli bir varlık olarak insanı nasıl ürettiği sorununa evrilmiştir.

Ataerkilliğin tarihinde cinsiyet farklılığı kadının geleneksel rollere sıkıştırılmasının gerekçesi olarak inşa edilmiş olabilir; fakat acaba böyle kurgulanmayan, başka varoluşları mümkün kılan bir cinsiyet farklılığını düşünmeye de açık olmamız gerekmez mi? İktidarın dilinden farklılık kelimesini çalmadan, onu yeniden anlamlandırmadan farklılıktan bahsetmek ataerkilliğin, erkek iktidarının ekmeğine yağ sürmek olacaktır. Farklılığın iktidarın bir kurgusundan ibaret olduğu yerde aslında içinden çıkamadığımız, aşmanın mümkün olmadığı bir cinsiyetli kimlikten, kurgulanmış cinsiyetin katı aynılığından ibaret oluruz.

Türkiye’de halihazırda varolan siyasi egemenliğin dilinde cinsiyet farklılığı “fıtrat” kavramında temelleniyor. Fıtrat doğa demek, ancak Tanrı’nın yaratımı olan, ilahiyatın ve metafiziğin zemininde anlaşılması gereken bir doğa kavramı söz konusu. Cinsiyet farklılığı kavramı, biyolojik farklılıkların bu ilahiyat-metafizik zemininde yorumlanması veya anlam ifade etmesinden ibaret değildir, bu geleneğin içinde bile cinsiyet farklılığının bu yorumuna itirazı mümkün kılacak izler bulunabilir. Vahyin yaratım fikri zemininde kadınların ve erkeklerin insani dünyadaki varoluşları İslam dininde farklı hukuklara tabi kılınmıştır.

İslam dini cinsiyet farklılığını kadın ile erkek farkı olarak sınırlandırıyor veya ikiye bölüyor. Müslüman olan ile olmayan arasına da fark koyup sınır çiziyor. Hatta Müslüman olmayanları da semavi dinlere inananlar ile inanmayanlar olarak sınıflandırarak ayrı hukuki kategorilere sokuyor ve toplumsal olarak farklılaştırıyor. Bu farklar indirgenemez farklılıklar olarak görüldüğü için burada hukuk da farklılık temelinde işler. Oysa insan haklarına dayalı uluslararası hukuk, insanlıkta cinsiyet farkı veya dinsel fark gözetmeksizin insanların yasalar karşısında eşit oldukları ilkesine dayanır. Türkiye’nin içinde bulunduğu paradoks, evrensel insan hakları normlarını kabul etmiş, yasalarını buna göre değiştirmiş, bu yasaları uygulamaya koyması gereken bir devletin, cinsiyet farklılığının geleneksel ve teolojik bir yorumunda temellenen bir hukuku çağıran politikacılar ve devlet adamları tarafından sürekli bir biçimde kendisiyle çelişir duruma düşürülmesidir.

Cinsiyet farklılığı içine atıldığımız olumsal (arızi) bir biyolojik olanak mıdır? Yoksa toplumsal cinsiyet fikrinin ima ettiği gibi, bedenin şu veya bu biyolojik olanaklara sahip olarak belirmesini koşullayan, bedene toplumsal, tarihsel ve kültürel olarak dayatılan birtakım normlarla mı açıklanmalıdır? Bu normları biz mi üstleniriz? Burada bir öznenin tercihinden söz edilebilir mi? Yoksa Judith Butler’ın Foucault’yu takip ederek öne sürdüğü gibi, bu normlara boyun eğmek öznenin ortaya çıkışının koşulu mudur? Cinsiyet farklılığının ontolojik statüsünü belirlemek için bu sorulara yanıt vermek gerekir. Bugün bir kampta cinsiyet farklılığını iki ile sınırlamayan, doğayı yeniden düşünen natüralist bir feminizm varsa diğer yanda da toplumsal cinsiyet kavramına odaklanan kültürcü bir feminizm var.

Felsefi açıdan cinsiyet farklılığının ilk önemli düşünürü Luce Irigaray’dır. Zaman zaman feminist kuram içindeki tartışmalarda özcülükle suçlanmıştır. Oysa Irigaray biyolojinin değişmez bir öz veya fıtrat olduğunu ileri sürmez; biyolojinin kültürle, tinin tenik ilişkisini yeniden düşünmeyi öğretmeye çalışır bize. Bedenin yapabildikleri, deneyimleri, akışları, çoğullukları onun için yeni bir kültür oluşturmaya ilham olabilir. İlk dönem feminizm açısından bu bir skandal sayılmıştır; zira tarihsel olarak kadınların ikinci cinsiyet olarak konumlanmasının gerekçesinin “biyolojik farklılık” olduğuna inanılır. Bununla birlikte, eşitlik feminizminin ilk filozofu sayabileceğimiz Simone de Beauvoir’a göre kadınların özgül bir biçimde ezilmelerinin sebebi biyolojik farklılıkları değil, erkeklerin tarihte bu farklılıklarla ilişki kuruş biçimidir. Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet’te ataerkilliğin nasıl kurulduğundan, kadının özgül ezilme biçiminin nasıl ortaya çıktığından söz ederken erkeğin doğa ile kadının üreme gücü arasında kurduğu bağda, doğurganlığın mistik bir yorumunu yaptığını vurgular. Erkek tarım kültürüne geçişin belli bir aşamasında doğaya hakim olacak ve bir zamanlar ana tanrıçayla ilişkilendirip kutsadığı ve karşısında aynı zamanda dehşete düştüğü bu mistik gücü tahtından indirecektir. Kadının ezilmesinin sebebi doğurganlığı değildir, kadının cinsiyetçi tahakküm yüzünden hizmetkâr konumuna düşürülmesi ve cinsiyetçi işbölümü yüzünden insani aşkınlığını gerçekleştirememesi, dünya kurma uğraşına katılamaması, döngüsel, ev içi emek rutinine mahkûm edilmesidir. Simone de Beauvoir farklılık feminizmine itiraz eder çünkü biyolojik farklılığı yeniden anlamlandırmaya ve değerlendirmeye çalışan söylemler yaşadığımız ataerkil kültürde kadınların ikinci cinsiyet konumunda tutulmasını kolaylaştırır.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.