Cinlerle Yolculuk

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Raşit’in Dürbünü adlı kitabıyla büyük ses getiren Sudan asıllı İngiliz yazar Jamal Mahjoub, son romanı Cinlerle Yolculuk ile geliyor. YKY’nin yeni dizisi Meridiyen’den çıkacak kitap; yedi yaşındaki oğlu Leo’yu da yanına alarak eski bir Peugeot 504’le Avrupa yollarına düşen Yasin’in sürükleyici hikâyesini anlatıyor. Roza Hakmen’in titiz çevirisiyle...

1


 


Adı Leo – annesinin seçimi, benim değil. Benim önerdiğim ad boş tebessümlerle, çatık kaşlarla, çeşitli donuk anlamazlık belirtileriyle karşılandı; dostlar ve akrabalar tahmin edilebileceği gibi, benim iktidar savaşına giriştiğimi, herkesin tadını kaçırdığımı kabul ettiler. Bence zor bir ad değildi, ama ağır ağır, azimle dışlandı, sessiz mutabakatla rafa kaldırıldı. Zamanla kendisine Leo denmesine alıştı elbette; İngiliz annesi, anneannesiyle dedesi, okul arkadaşları ve öğretmenleri ona Leo diyordu. Bense inatla Hamdi diyordum; sonunda yalnız kendimi gülünç duruma düşürmekle kalmayıp çocuğu da üzdüğümü, utandırdığımı anladım. Arkadaşları “Hamdi Damdi” diye alay ediyordu adıyla. Ondan sonra Leo oldu. Olay bu kadar basitti ve yapabileceğim fazla bir şey de yoktu. İsimler kendi kararlarını kendileri verirler; Leo ismi, çocuğun giderek gelişen benlik bilincine yapışmış gibi görünüyor. Yedi yaşında, aynaya baktığında gördüğü şekilden yola çıkarak bütün bir kişi yaratma yolundaki kaçınılmaz (ve nafile) çabaya girişti bile.Bazen onu banyoda her tarafa sular sıçratarak tam bir İngiliz öğrenci gibi saçlarını yana yatırmaya çalışırken yakalıyorum. Aynada gördüğü küçük şahıs eksiksiz bir insan ve adı da Leo. Saçları kurur kurumaz küçük bukleler kurulmuş zemberek gibi havalanıp görüntüyü bozuyor.
Bu yolculuğun, bu kaçışın, isterseniz hicretin, sebebi o. Sadece Leo’dan ibaret olmadığını öğrenmesini istiyorum, ama bunu nasıl başaracağımı da bilmiyorum aslında. Olayı layık olduğu mantıklı temele oturtarak planladığımı iddia edemem. Olayın mantığı yok. Her şey kendiliğinden oluverdi işte. Zaten insan bir çocuğa hep yanında, güvenilir bir dayanak, yol gösterici bir pusula olacağına söz vermekten başka ne vaat edebilir ki?Ama onlar da çözülüp dağıldı şimdi, sözümü tutabileceğimden emin değilim artık.Daha işin başında iki adının olması, bir uyarıydı, ilerideki kargaşanın habercisiydi. Genç bir anne baba ilk çocuklarının adını ne koyacakları konusunda anlaşamıyorlarsa, büyük ihtimalle bu bir ipucudur, yüzeydeki dingin aile mutluluğunun hemen altında gizlenen başka bağdaşmazlıkların işaretidir.
Bu yüzden şimdi sadece içgüdüyle yol alıyorum.Kafamda bir rota yok gibi nerdeyse. Uçsuz bucaksız, dalga dalga zaman tabakası bir anda yer değiştiriyor ve koca dünyalar birden yok oluveriyor. Büyük bir bölünme çizgisinin, toprağı sabah gibi, bir yer oluşumu gibi yaran bir çizginin, kıtaları yerinden oynatabilecek, yüzyılların düzenini bozabilecek, koca ulusları kökünden sökebilecek güçteki derin bir fay hattının merkezindeyim. Nedenini pek bilmeden bu hattı geçmekteyim sanki. Otuz yedi yaşındayım. Ömrümün orta noktasındayım. Bundan sonrası hep yokuş aşağıymış diyorlar.

Arabayla Almanya’dan geçerek güneye gidiyoruz. Ağustosun sonundayız, akşam karanlığı daha çabuk çökmeye başladı bile, ama bunun nedeni güneye doğru yol almamız, enlem değiştirmemiz de olabilir. Ağaçların arasındaki uzayan gölgeler bir aciliyet hissi uyandırıyor.Haritalarda yer almayan bir takımada gibi yol boyu uzanan çam ağacı adacıklarının arasına koyu yeşil çimen lagünleri sokuluyor.
Araba Fransız: 73 model, metalik mavi bir Peugeot 504. Benzine doymayan, homurtulu, vahşi bir araç. Bir öyküsü var bu arabanın. Amatör bir tamircinin eseri; hayattaki en büyük zevki, cumartesi öğle sonralarını garajda, bir yandan radyoda Dinlemekle Eskitemedikleriniz programını dinleyip bir yandan yağlı bir bezle çeşitli makine parçalarını parlatarak geçirmek olan zararsız fanatiklerden biri. Bu arabayı toparlamak iki yılını almış. “Buna sıra gelinceye kadar yıllarca garajın önünde, muşamba örtünün altında durdu.” Bunu söyleyen karısıydı, gözleri suyun üstündeki duman gibi renksiz ve donuk, hareketsiz bir kadın. Hareket etmiyordu. Çoğu insan hareket eder. Bunda ne bir el hareketi, ne bir kafa sallama, ne bir tik, ne eğreti bir gülümseme. Hareketsizliği sinir bozucuydu. İnsan gerçek olup olmadığını anlamak için gözünü kırpıştırıyordu.Kadının da bir öyküsü vardı. Adam arabayı bitirmiş, sonra onu terk edip kasaba kütüphanesinde aşk romanlarını raflara yerleştirmekten bıkmış bir kadınla birlikte feribota binip Avrupa’ya gitmiş. Bir Opel Astra’yla kaçmışlar – bu ayrıntı, yalnız vefakâr karısını değil, şuurunu da geride bıraktığını gösteren son kanıttı. Kadın ona ait hiçbir iz bırakmamış, bütün giysilerini hayır kurumlarına vermiş. Salvation Army’ye, Oxfam’a. “Beni terk etmesinin bir şekilde dünyadaki acıları azalttığını düşünmek komik,” dedi acı acı gülümseyerek. Kadın hepsi dökülen beş arabayı satıp tatile çıkmak istiyordu. “On iki yıllık evlilikten sonra tatil benim de hakkım, öyle değil mi?” Anlarmış gibi şasinin altına baktım ve fiyatı yüz sterlin indirmeye çalıştım. Elliye razı oldu.
504’ün, kendisine uzun bacaklı bir atlet görünümü veren, yukarı kalkık, düz bir hörgücüyle hafifçe aşağı bakan bir burnu var. Uçan bir takoza benziyor.Her yere gitmeye hazırmış izlenimi uyandırıyor; aşağı yukarı her yere gider de – dünyanın en dayanıklı arabalarından biri. Eski arabalarda bir dürüstlük var – güvenilir oldukları anlamına gelmiyor tabii, ama mekanik elle tutulurlukları insana güven veriyor. Modern bir otomobilin kaportasını açtığınızda Lego’ya benzer bir şey görürsünüz; birbirine geçen düz, plastik parçalar. Yanlış tarafı mı açtım acaba diye düşünürsünüz; sanki bir Samsonite bavul takımı bulmuşsunuzdur içinde. Arabanız arızalandığında tamirci arabayı bir bilgisayara bağlar, arızalı parçanın dijital kodu ekranda belirir. Artık arabalar, içten yanma gibi pis bir sürecin söz konusu olduğunu unutturmak üzere, temiz bir şekilde tasarlanıyor; bizim rahatça yolculuk yapabilmemiz için fosil yakıtlar yanmıyor, yağmur ormanları yok olmuyor, nehirler kirlenmiyor, milyonlarca kilometrekare doğa tahrip edilmiyor. Yeni arabalar kayarcasına, kusursuz, anlaşılmaz bir çekiş gücü sunuyor. Benim itirazım, mükemmel dünya yanılsamasına. Gerçekle yüzleşelim:Âletler bozuluyor, etrafa yağ saçılıyor, bedelini ödemek gerekiyor.Ne var ki bu arada birinci vitese aldığımda Peugeot’nun debriyajı biraz tatsız bir zırıltı çıkarıyor, ki bu da birtakım sorunlarla karşılaşabileceğimizi düşündürüyor.
Bu ülkede gerçekten de bir dinozora binmiş gibiyiz. Leo’ya Çakmaktaşlar’ın arabasına benzediğini söylüyorum; hoşuna gidiyor, ayaklarıyla pedal çevirirmiş gibi yapıyor. Ama gerçekten öyle; yanımızdan geçenler başlarıyla selamlıyor, bizi görebilmek için dönüp bakıyorlar. Çocuklar bizi parmakla gösterip kahkahalarla gülüyor, geçerken nanik yapıyorlar. Ama bir antika olan bu araba, aynı zamanda Akdeniz’in öteki tarafına geçtiğinizde hâlâ görebileceğiniz dünyayı da hatırlatıyor. Bir Üçüncü Dünya arabası bu. Afrika ve Ortadoğu’nun tamamında Peugeot 504 bir efsanedir. Bir tank kadar sağlam olduğu için çeşitli rakiplerinden üstün kabul edilir. Yeryüzünde hâlâ imal edildiği tek fabrika Nijerya’da. Diğer yerlerde durmadan sevgiyle tamir ediliyor, yeniden işleniyorlar. Burada, sağlamlığı yağlı kâğıtla karşılaştırılabilecek onca hafif, modern arabanın arasında, 504 bazı insanları etkiliyor.Benzincilerde gelip yakından bakıyorlar.Sanki onda kendi geçmişlerinin simgesini, bir devamlılık duygusu, belki bir hatıra, bir yaz mevsiminde, dedelerinin kucağında oturup araba kullanmayı öğrenişlerinin anısını buluyorlar. Dünyanın hissedebildiğiniz bir temele oturduğu zamanları, her şeyin hafifleşip elle tutulamaz hale gelişinden öncesini hatırlatan bir araç. Benim şu anda ihtiyacım olan şey, bu araba: beni çevreleyen bir sağlamlık, zeminle temas halinde olduğunu hissettiren bir şey.

Almanya sınırını öğleden hemen önce geçtik ve geçer geçmez, yol ve hava sanayi kirliliğiyle ağırlaşmış gibi geldi bana. Sınır muhafızlarının tüniklerinde kartallar vardı. Kenara çekip motoru durdurmamı söylediler ve uluslararası şüpheliler listesinde adımı aradılar. Acaba araba yüzünden mi, suratım yüzünden mi?Sınırlar açık artık, ama bu muhafızların ya Schengen Anlaşması’ndan haberi yoktu ya da Brüksel’deki, Strasburg’daki akıllı beyefendilerin aldıkları kararlar umurlarında değildi. İnsan veya uyuşturucu kaçırıyor olsam, iri bir Mercedes-Benz kullanıp ön tarafa beyaz ırktan bir çift oturtacağımı söyledim, ama şakadan pek anlamıyorlardı. Halbuki doğru; birazcık kafası çalışan bir kaçakçı, paslı, külüstür bir hurdanın direksiyonuna benim gibi bir adamı oturtup sınırı geçmeye kalkmazdı.
Olduğumuz yerde oturarak Polizei’ın, son otuz yılda girişilen terör eylemlerine karışıp karışmadığımı, ismi benimkine benzeyen birinin batı yarımkürede herhangi bir suç işleyip işlemediğini kontrol etmesini bekledik. Moral bozucu bir başlangıçtı. Trafik homurtularla yanımızdan akıyordu, beklediğimiz yerde, yol kenarındaki çalılar kömüre ve zifte bulanmıştı. Belki Almanlar hakkında önyargılıyım, ama neden her yerden çok orada haksızlığa uğrama ihtimalim varmış duygusunu taşıyordum acaba?Çocukken gördüğüm bütün o savaş filmlerinin ve okuduğum Biggles romanlarının etkisi herhalde. Suçluluk duygusuyla ezilerek pasaportumu geri alırken dostça gülümsemeye çalıştım; muhafız tuhaf bir bakışla karşılık verdi.

Bataklık kuzey düzlüklerinde yolumuza devam ediyoruz. Buzullar eridiğinde ayakların ilk ıslandığı yerlerden biri burası olacak. Hayvancılık bölgesi, pis otlaklarda hiç kesilmeyen trafiği suratsız bir ilgiyle seyreden inekler.
“Bizi gördüklerinde ne düşünüyorlardır sence?”
“Televizyon seyretmek gibi bir şey herhalde.”
Leo ineklere el sallıyor. “Gördün mü?” Yerinde birden doğrulup başını çevirerek arkaya bakıyor.
“Neyi? Neyi?” Araba yalpalıyor. Çok iyi bir sürücü sayılmam.Dikkatim kolay dağılır.
“Biri el salladı.”
“El mi salladı?Nasıl yani?”
“Kuyruğuyla tabii ki. Ben el salladım, o da bana kuyruğunu salladı.”
“Çok güzel.” Kafa sallıyorum. “İnek el salladı.”
“Doğru söylüyorum! Sen görmedin ki!”
“İnanıyorum.Bak, biri de bisiklete biniyor.”
“Ya, Baba!”* deyip kollarını sımsıkı kavuşturuyor; gücendi.
Hayal görüyor.Bu, hayalgücünün aşırı gelişmiş olmasının sonucu mu, yoksa daha derin bir sıkıntının işareti mi, bilemiyorum.Belki son zamanlarda maruz kaldığı ve benim şu andaki davranışımla hiç mi hiç hafifletmediğim ailevi sorunlara bir tepki.
Bir an bu yolculuğu edebiyattaki büyük yolculukların ışığında, dönüp duran Taocuların, aydınlanma peşindeki gezgin Budist keşişlerin romantik geleneğinin bir parçası gibi görüyorum. Başo’nun Yolculukta Yıpranmış Bir Çantanın Anıları ya da Oku’ya Giden Dar Yol’u benzeri. Sonsuza dek dünyanın yollarını tepmeye mahkûm Sufiler. İbn Arabi’nin huzursuz keşf arayışı. İkilik kavramı, zıtların sürekli bir etkileşim içinde oldukları fikri hem Taoculukta, hem de tasavvufta mevcuttur: varlık ve hiçlik, ruh ve beden. Gizli olan ve açık olan; örtülü olan ve görünen – mahcûb ve zâhir. Şu anda, iki zıddın arasında bulunma fikri bana anlamlı geliyor.
İkinci Dünya Savaşı kafamda hâlâ bir yer işgal eder; Eva Braun’un evinin buralarda olduğunu duymuştum, hatırlıyorum. Ailesinin evi olmalı. Ahşap kirişleri yıkılmış, sazlarla kaplı damı çökmüş, harap bir çiftlik evi arıyorum.Ama tam yerini bilmiyorum. Otoyol üzerinde bir yer nasıl tarif edilir?Her şey aynı görünüyor. Otoyolda seyahat böyle bir şey, hayat askıya alınıyor. Herhangi bir anda tam olarak nerede bulunduğunu bilmek imkânsız. Hayatın, önünde, arkanda, sana yetişmeyi bekliyor.
“Eva Braun kim?”
“Bir zamanlar Almanya’yı yönetmiş bir adamın metresiydi.”
“Metres ne demek?”
“Şey, kız arkadaş gibi bir şey.”
“O adamı biliyorum. Hitler.”
Oğlumun çocukluk masumiyeti bozulmuş bile. Bu tür şeylerin benden habersiz öğretilmiş olmasına bozuluyorum. Çocukları bu kadar hassas konularla tanıştırmadan önce okulun anne babalardan izin alması gerekmez mi?Acaba ne kadarını biliyor?
“İşaretini de biliyorum.” Arabanın tozlu ön panelinin üzerine parmağıyla bir gamalı haç çiziyor.
“Nerede gördün sen bunu?”
“Okulda. Okulda binaların arkasına, kimsenin göremeyeceği yerlere çiziyorlar.” Oğlum Neo-Naziler’in işgal ettiği bir okula gidiyor.Nasıl oldu bu?Neden daha önce haberim olmadı bundan?
“Kimler çiziyor, biliyor musun?”
“Aman baba, herkes biliyor.”
Belki de yedi yaşında bir çocukla bu konuyu konuşmak pek akıllıca değil. Cinsellik ve ölüm gibi zor konulara ne zaman girmek gerekir? Cinsellik konusunu pek dert etmiyorum. İnsanlar cinselliği şu veya bu şekilde öğrenirler nasılsa; ayrıca onu keşfetmek de büyümenin bir parçası değil midir? Hayatın karanlık yönü beni daha çok endişelendiriyor. Ölümlülüğü, sonsuza dek yaşamayacağımızı, başarısızlığı, reddedilmeyi, varoluşun kasvetini kim açıklayacak ona?
“O kadın nasıl ölmüş?” diye soruyor.
“Anlaşıp birlikte intihar etmişler galiba.” Konuyu açtığıma açacağıma pişmanım. “Kendilerini vurmuşlar sanıyorum.”
“Vurmuşlar mı! Sahi mi, silahla! Peki neresiymiş baba?”
“Berlin’de.”
“Onu sormuyorum, nereye nişan almışlar?”
Dönüp hayretle bakıyorum, yanımda oturan, müstakbel bir psikopat mı?Hâlâ meraklı bir çocuk gibi görünüyor sadece. “Kafalarına galiba,” diye mırıldanıyorum sonunda ve Leo’nun yüzündeki sağlıklı iğrenme ifadesini görüp rahatlıyorum.
“Böğğ!”
Evi çoktan geçtik.Kaçırdım. Dönmeye de niyetim yok. Belki birileri satın alıp onarmıştır.Kimsenin orada yaşamak istemediğini duymuştum, ama durum değişmiştir belki. Belki de türbe gibi bir yer olmuştur.
“Yemek yiyelim mi?” diye soruyorum.
Suratını buruşturuyor. “Bu anlattıklarından sonra yemek yememi beklemiyorsun herhalde!”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.