Çağdaş Ortamda Teknik - Bütün Yapıtları - Denemeler

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"... genellikle teknik-kültür ilişkisinden çok, doğrudan doğruya teknik nesnelerin kültürdeki yeri sözkonusu olduğuna göre, genellikle teknik-kültür ilişkisine, daha sonra eğilmek üzere, tektek teknik nesnelerin kültürdeki yeri bakımından, özetle, yalın ama önemli bir gerçeğin altını çizmek yeter. Bu gerçekse: teknik nesnelerin doğada yerkaplasalar da, kültür içinde, kültüre göre, kültür açısından anlamca varlıklarını kazandıklarıdır. Her teknik nesne: belli bir kültür ortamının nesnesidir; bu ortamda vardır; varlığını bu ortamda, bu ortamla birlikte sürdürür. Teknik nesnelerin hertürlü değer ve anlamı, içinde yeraldığıkültürdedir, bu kültürle ölçülür." Nermi Uygur Çağdaş Ortamda Teknik adlı kitabında, "teknik nesnenin, birinden öbürüne bağlar, geçişler barındıran" karmaşık ve etkileyici dünyasına insanla tekniğin ayrılamaz olduğu bir noktadan: çağdaş ortamdan yöneliyor. Tekniğin nasıl bir ilgi alanı olduğundan, teknik varlığın özelliklerine kadar tekniğe ve onun biçimlendirdiği insan yaşantısına ilişkin birçok soruya farklı açılardan yaklaşmayı deniyor. O bildiğimiz sıcak, içten ve önyargısız tavrıyla...

Hepimiz Bu Öykünün İçindeyiz

Birkaç onyıldan beri tuhaf bir sıkıntıdayım: Teknik öyle uğraştırıyor ki beni. "Teknik" diye bilinen, "teknik" denen ne varsa, -genellikle teknik'ten sayılmayan, ilk bakışta teknik ile alıp vereceği yok sayılan pekçok şeyi de katın,- olanca basınçla gündemimde hepsi. Sıkıntının sıkıntılığı şurada: durup durup aklıma dolanıyor; düşünmemi dağıtıyor; tasarım, güven, umut, bekleme, belbağlama gibi çeşit çeşit duygu ve eylem kımıldanışlarımı ordan oraya sürüklüyor. Tuhafın tuhaf yönü şu: çoğun farkında değilim bütün bunların; daha doğrusu, alıştım, gene de tam değil ama; bir de, kimse yadırgamıyor bunu, kanımca herkes aynı durumda da ondan. Hepimiz tuhaf bir sıkıntıdayız teknikle: ortak bir sıkıntı. Belki bu yüzden hepimiz bu sıkıntıya sırtımızı çevirme eğilimindeyiz; sırtımıza çökeni, ola ki benden çok başkasının diye, bilinçle-bilinçaltından, başkalarına aktarma eğilimindeyiz. Oysa ben, payıma düşen sıkıntıyı nicedir savsaklamaktan uzağım. Yüklendikçe yükleniyorum da; başka türlü yapamıyorum. İşte bu nedenle şimdi burda, teknik konusunda söylemeden edemeyeceğim bazı şeyleri dışavurmaktan alamıyorum kendimi. Bölük-pörçük de olsa, uzanabildiğim yere uzanacağım. Yetkinliklere erişmeyi umma zamanı değil. Daha çok geciktiremem: durumum ortada, tekniğin durumu da öyle. Zaman kalmışsa, ilerde gene elatacağım. Başka türlüsünü düşünemiyorum. Benimle birlikte tekniğe ilişkin öyküm. Bu öykünün içindeyim ben, birlikte geliştik. Daha küçücükken yattığım yerden kapıtokmaklarının sarılarını seyreder, perdelere hayran hayran bakar, yatağın yorganın rahatlığından hoşlanır, gece taşlıkta kısık yanan idare-lambasına bayılırdım. Köşede ceviz sandıklar, her açışta irili ufaklı şeyler taşan dolaplar; yemek yediğimiz yerdeki koca masa, çepeçevre iskemleler, sedirler; mutfakta bakır tencereler, kuyu kapağı genişliğinde tepsiler, kalaylı sahanlar, cam tabaklar, bardaklar, bulaşık tası, çamaşır kazanı, iki koca maltız; bahçe köşesindeki tulumbanın dik demiri, yatay kolu; yandaki sundurmada gidip gelip parlattığım upuzun eyer takımı; sokaklar boyunca dizi dizi tahta evler, cumbalılar, cumbasızlar. Heryan ağaç, teneke, pirinç, çelik eşya, araç gereç. Küçük amcamdan bana kalan bisiklet. Kışın harıl harıl yanan sobalar, yazın içi temizlenip kaldırılan borular. Hergün iskeleye görmeye gittiğimiz vapur, seyrek de olsa saatlerce içinde oturup dönendiğimiz vapur. Vapurda ençok sevdiğim şey, iki yandaki çarklardı. İskeleden kalkarken, iskeleye yanaşırken korkunç sesler çıkardığı için mi ne, dikkat kesilirdik hep. Ben ilkokulun ortalarındayken çarklılar seyreldi, sonra büsbütün kalktı. Ateşçilerin, sırtta çuval, kıyıdan gemiye kömür taşımaları oyalayıcıydı da, kara kara dumanlar gözü genzi bunaltıyordu; lambalarsa hep kandil gibiydi. Yazları, zaman zaman bizi kırlara götürüp getiren iki beygir koşulu araba, -salıncaklarla, yiyecek sepetleriyle, ızgara mangalları, ayran güğümleriyle yokuşlarda bir dolu toz yutsak da, hem keyfine doyum olmayan hem işimize yarayan önemli bir araçtı. Haftada bir, karşı yamaçlardan kaynayan şeker gibi suyun yolunu gözlerdik. Kapıda durmaya görsün, biz çocuklar, arabanın çevresine doluşur, güneşte pırıl pırıl su tenekelerini saymaya bayılırdık. Günde birkaç kez Haydarpaşa'ya gidip gelen, sabah akşam İstanbul ya da Ankara yönünde ok gibi gelip geçen trenler, saatlerce ötedeki yakınlarla, günaşırı uzaklara bağlantımızı sağlardı. O günlerde nerden bileceğim, bugünkü açımdan söylüyorum, 25 km kadar ötedeki Haydarpaşa'ya, dur kalk yolda çok oyalanmazsak, bir-saat-yirmi-dakikada ulaşırdık. Zamanla irileşti lokomotifler; günümüzde elektrikli trenle 15 dakikada alıyoruz aynı yolu. Sonra sonra, ayda haftada bir de olsa, soluğumuzu kesen uçaklar görünmeye başladı göklerde. Ben lisenin son sınıfındayken elektrik geldi bizim oraya. Bir yıl geçmedi, biz de bağlattık. Önceleri, olmasa da olur, diyordu bizimkiler; sonra, olmayacağını anladık hepimiz. Alt kattan üst kata, sofadan odalara, ak duvarları belli belirsiz bezeyen parmak genişliğinde üç telli oluklar, döşemenin en değerli ögesi oluverdi kaşla göz arasında. İlkin çekine çekine açıp kapıyorduk elektrik düğmelerini. El değmek yasaktı çocuklara; giderek alıştık. Babaannem, "vazgeç, çarpar" diye söylense de, yaz geceleri, uzatmalarla bahçeyi bile aydınlattı ortanca amcam. O gün büyük halamdan işittiğim saptamayı hiç unutmayacağım: "Amerikalıymış, Avrupalıymış, ona bakma, gerçek müslümanmış şu elektriği bulan adam -karanlığımıza aydınlık getirdi." Elektrikle birlikte çok şey değişti. Sokak fenerlerini yakıp söndüren, kimi yakmayı kimi söndürmeyi unutan, partal kılıklı ayyaş bekçi silindi gitti. Hava karardıktan sonra da uzun süre açıktı artık dükkânlar. Geceleri kıyıda gezinenler, kapı önlerinde tavla oynayanlar arttı. İskele gazinosuyla korudaki bahçenin radyosu vardı artık. Korudaki, ses-yükseltici taktı. Konu komşu, çay içerken, dinsel bir törendeymiş gibi, şarkı dinlemeye koşuyordu akşamüstleri. Üniversiteye gittiğim yıllarda, kentte kalıyordum daha çok. Bazan iki üç haftada bir uğruyordum bizim oralara. N'olduysa o sırada oldu işte: kent savaşın pasını siledursun, evlerin sokakların, taşıtların eşyaların kılığı kımıltısı, sayısı çeşidi başdöndürücü bir değişim sürecine kapılıverdi. Her evde radyo, biz de aldık. Camekânlar bir bolluk, bir bolluk. Çölde yaşamıyorduk artık; biz de kentli olduk. Jandarma karakolunda, değerli bir taş gibi, onbaşının odasında sakladığını bildiğimiz biricik telefonumuza ilişkin bir anıyla, bugün de içim hoplamıyor değil hani. Hiç unutmam, bir gün, karakolun önünden geçerken, yüksek sesle ama kesik kesik konuşmalar çarptı kulağıma, hep aynı sesti konuşan. Tam pencere önündeydim, durup merakla bekledim. Kapıdaki jandarma "gel göstereyim" deyip iskemlenin üstüne çıkardı beni: solelindeki kara boruyu kulağına tutarken, sağelindeki huniye bağıra bağıra birşeyler söylüyordu onbaşı. Birkaç kez seslenip duraladı. İki boruyu üstüste koyup bir eliyle masadaki kutuya yapışmış, öbürüyle birşeyler çevire çevire zil sesleri çıkarıyordu. Daha sonra, istasyona, halka açık telefon kondu. İstanbul'u çıkarmak için, uzun uzun beklemek gerekse de, göğsümüz kabarıyordu önünden geçerken. Nerdeyse her hafta başka bir artım, başka bir donanım, başka bir renk bizim oralarda. Benim gittiğim tahta ilkokul onarılıp büyütülmüş, yanına iki okul daha yapılmıştı, hem de tuğla örmece, üstü kat kat sıvalı. Ortaokula gitmek için trene gerek yoktu bundan böyle. Okulların gösteri salonlarına kırk yılda bir gelen sinemalar, kısa bir süre sonra yazlık bahçelere saçılıverdi, üç tanesi birden. Postanenin yanına, tıktıkları hiç eksilmeyen bir telgraf odası kondurdular. Yeni açılan simitçi fırını, pide derken ekmek de çıkarmaya başladı. Ne kapıda ard-arda odun yüklü eşekler, ne kapı-önünden geçenleri bunaltan ısı, duman: elektrikle işliyordu fırınımız. Babaannem, "Yeni fırının ekmekleri iyi değil, sen eskisinden al" derdi hep. Bense, yeni fırının daha pişkin ekmeğini yeğliyordum; başkaları da. Ekmek çok hoşuna gitti mi, babaannem, "Haklı değil miymişim!" derken, bizler kıkır kıkır gülerdik. Elektrikle yapılan dondurmayı beğendikten sonra, fırını değiştirmemi istedi. Zaten çok geçmeden eski fırın da kendini yenilemişti. Eskisinden daha az bekliyordum kasapta: elektrikle işliyordu kıyma makineleri. Kapıdan vızır vızır otomobiller geçiyordu artık, - renk renk, biçim biçim; baktırıyorlardı kendilerine. Yakınımızdaki marangozhaneye ısmarladığımız yemek odası takımı için, neredeyse bir yıl kapısını aşındırdığımız usta, elektriğe kavuşur kavuşmaz, başta biz, bir ayda konu komşuyu nelerle donatmadı ki. Demirci de kısa sürede tepeden tırnağa değişti; birzamanlar at nalı yapan yer, oto-onarımcısına dönüşüverdi. Öyle kalabalıklaştı ki heryan, tanımadıklarımıza rastlıyordum artık sokaklarda; bir süre sonra, bildiklerden çok yabancılarla doldu çevre, ya da çoktan öyle olmuştu da ben geç farkına vardım. Aradan onyıllar geçti. Nicedir uğramamıştım bizim oralara. Birkaç yıl önce gittiğimde, kentleşmiş bir bölge merkezinde yitirdim yolumu: beş-altı katlı evler, dizi dizi dükkân barındıran geçitler, oteller, liseler, dokuma fabrikaları, mobilya sergileri; kimya, ilaç, keramik endüstrisi; bir de tersane -biri kızağa konarken, öbürü denize indirilen gemiler. Eskiden, bir-iki saatte varamadığımız yerlere dek, minibüsler, otobüsler işliyor şimdi; iğne atsan yere düşecek gibi değil heryan. Bütün bu değinmeler, öznel diye nitelenebilecek birtakım teknik yaşantılar. Kuşkusuz, yaşımıza, yaşayışımıza, yaşadığımız ülkeye göre başka bir teknik yaşantısı var hepimizin. Gene de açık-seçik durum şu: görünür yapımız, kişisel karşılaşmamız ne olursa olsun, tekniğin örüp örgülediği bir dünyada yaşıyoruz hepimiz. Gerçi çoğumuz, tekniğin, günlük yaşama-çevremize yansıyan somut etkilerinden öteye uzanamıyoruz. Kaçta kaçımız teknikte yoğun etkenliklerin olup bittiği araştırma merkezlerine girdi. Hastanelerin, laboratuvarların, bankaların, borsaların kapalı kapılarından içeri adım atanlarımız çok değil. Hangimiz kimya fabrikalarında, ilaç, elektronik fabrikalarında neler olup bittiğini biliyoruz. Kim taşıt, giyim, tarım, uzay, giyecek, yiyecek fabrikalarında ne yapılıp edildiğini yakından biliyor. Gözlemevlerine uğramışlığımız yok, nükleer denizaltılarla dalmış değiliz büyük bir olasılıkla. Madenlere inmiş olsak bile, dağbaşlarındaki deprem-ölçer evlerinin kıyısından geçmemişizdir. Az rastlanır bir rastlantıya sürtünmediysek, çöllerdeki, kutuplardaki uzay istasyonlarına gitmediğimiz kesin. Durum hepimiz için aynı değilse bile, saçımızda topuğumuzda, dişimizde gözümüzde, kulağımızda kemiğimizde, varlığımız için önemli teknik ürünü birşeyler taşıyoruz büyük olasılıkla. Evde, işte, sokakta, kentte, kırda, nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım hep teknikle birlikteyiz, heryanımız teknik, tekniğin içindeyiz, onsuz olmadığımız yer-zaman tasarlamak olanaksız gibi birşey.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.