Bütün Ruhlar Günü

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Kendi kurgulayıp yönettiği televizyon belgeselleri çeken, kırk beş yaşındaki Arthur Daane, Berlin’de yaşamaktadır. Karısını ve kızını bir uçak kazasında kaybettiğinden beri yalnızlık ve melankoli içinde gözlemci konumuna çekilmiştir. Başkalarının alkol ve müzikte teselli aramasına benzer biçimde Arthur Daane de düşünceye sığınmıştır. Yaşam ve ölüm, geçicilik ve ölümsüzlük üzerine felsefe yapar, sanat ve felsefe üzerine derin düşüncelere dalıp sohbet eder.
Bir gün, on ikinci yüzyılda yaşamış bir İspanya kraliçesi hakkında araştırma yapan üniversite öğrencisi, Hollandalı bir kızla tanışır. Hayatından birdenbire çıkıp giden bu gizemli ve sıradışı kadının izini sürmek üzere gittiği Madrid’de bir saldırıda yaralanır. Haftalarca ölümle yaşam arasında gidip gelir...
Yirminci yüzyıl insanının kendisine sorması gereken bütün soruları dile getiren Bütün Ruhlar Günü felsefi, şiirsel, ateşli biçemiyle Cees Noteboom’un en tutkulu romanı.

Arthur Daane kitapçının önünden birkaç adım geçmişti ki, aklına bir sözcüğün takılıp kaldığını fark etti. O esnada bunu kendi diline çevirivermiş, sözcük Almancada olduğundan çok daha yumuşak bir tona bürünmüştü. Bunun nedeni sözcüğün son hecesi miydi acaba, diye geçirdi içinden. Miş: tuhaf, kısa bir sözcük, diğer bazı kısa sözcükler gibi kaba ya da tiz değil, daha çok rahatlatıcı, anlamlar yüklenebilecek veya içinde gizli bir şeyler keşfedilebilecek bir sözcük. Başka dillerde olmayan. Adımlarını hızlandırırken sözcüğü kafasından uzaklaştırmaya çalıştı ama başarılı olmasına imkân yoktu, hele de “geçmiş”ten geçilmeyen bu şehirde. Kafasına takılmıştı bir kez, gidecek gibi değildi. Son zamanlarda bunu sözcüklerle sıklıkla yaşıyordu, o yüzden “takılmak” doğru ifadeydi: Sözcükler beynine takılıp kalıyordu. Yankılanıyorlardı. Yüksek sesle söylemese bile, onları yine de duyuyordu, hatta bazen çınlıyor gibiydiler. Onları ait oldukları cümle dizininden ayırır ayırmaz, hassas biriyseniz, korkutucu bir hale geliyor; üzerinde fazla kafa yorarsanız, dünyayı insanın ayağının altından kaydıracak bir acayipliğe bürünüyorlardı. Çok fazla boş zamanım var, diye düşündü, ama hayatını böyle kurmuştu bir kere. Bir zamanlar eski okul kitaplarından birinde, on beş kuruş kazanınca bir palmiye ağacının altına gidip oturan “Cavalı adam”ı okumuştu. Anlaşılan insan, zamanın musluktan damlayan su gibi dolduğu o uzun günleri, on beş kuruşla çok uzun süre geçirebiliyordu çünkü hikâyede Cavalı ancak kazandığı on beş kuruş suyunu çekince yeniden çalışmaya başlıyordu. Kitap eleştirel tondaydı, toplum bu şekilde ilerleyemezdi. Arthur Daane, Cavalı’ya hak vermişti. Arthur, kendi kurgulayıp yönettiği televizyon belgeselleri çekiyor, konu ilgisini çekerse kameraman da kendisi oluyordu. Birkaç kez, denk gelmişse ya da gerçekten paraya ihtiyacı olmuşsa, bir arkadaşının şirketi için reklam filmi çektiği de olmuştu. Fazla sık yapmadığında bu iş heyecan vericiydi, sonrasında bir süre hiçbir şey yapmamıştı. Bir zamanlar bir karısı ve bir çocuğu vardı. Ama uçak kazasında hayatlarını kaybettiklerinden, şu anda tek sahip olduğu, her baktığında derinlerde kaybolduğu fotoğraflardı. On yıl önce bugün, bir sabah Malaga’ya doğru yola çıkmışlar ve bir daha geri dönmemişlerdi. Kendi çektiği ama hiç izlemediği görüntüler. Sarışın bir kadın, sırtında çocuğu, erkek çocuğu. Havaalanında, pasaport kontrolü sırasındalar. Aslında çocuk, kadının sırtında taşıyamayacağı kadar büyük. Arthur kadına sesleniyor, kadın dönüyor. Donmuş bir görüntü, zihninde. Bir saniyeliğine, Arthur’a doksan derecelik açıyla dönük vaziyette kalıyorlar. Kadın elini kaldırmış, çocuk kısa hareketlerle el sallıyor. Varışlarını, bungalovlar, yüzme havuzu ve kumsalla beraber topak topak, kara, katılaşmış toprakta yok olan yaşamlarını başka birisi filme çekecek. Sıranın yanından yürüyüp kadına küçük el kamerasını veriyor. Son hatırladığı buydu, sonra gözden kayboldular. Fotoğraf karelerinden oluşan bulmacaya kendini kapattı, bulmaca öyle büyük ki, dokunmaya bile çekiniyor. Bazı rüyalarda öyle olur, insan avazı çıktığı kadar bağırmak ister, bağıramaz, çıkaramadığı ve duyamadığı bir sestir bu, cam sesi. Arthur evi sattı, giysileri ve oyuncakları hastalıklıymış gibi, başkalarına verdi. O zamandan beri, dizüstü bilgisayarı, el kamerası, cep telefonu, radyosu ve birkaç kitabıyla bavulsuz bir gezgin. Makinesi bol bir adam, Kuzey’deki dairesinde bir telesekreter, arkadaşının bürosunda bir faks makinesi. Gevşek, sıkı, görünmez bağlar onu dünyaya bağlıyor. Sesler, mesajlar. Çoğu meslektaşı olan, aynı hayatı sürdüren arkadaşları. Onun dairesinde kalabiliyorlar, o da onlarınkinde. Olmazsa küçük, ucuz oteller ya da pansiyonlarda, rüzgârda savrulur gibi savruluyor. New York, Madrid, Berlin, her yer geç“miş”, diye düşünüyor. O sözcükten, ne son hecesinden ne de peşine takıldığı ilk heceden hâlâ kurtulabilmiş değil.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.