Bütün Öyküleri - Samet Ağaoğlu

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Türk öykücülüğünün unutulmuş ustalarından Samet Ağaoğlu'nun 1944-65 yılları arasında yayımladığı altı öykü kitabı (Strasburg Hâtıraları, Zürriyet, Öğretmen Gafur, Büyük Aile, Hücredeki Adam ve Katırın Ölümü) bu kitapta biraraya getirildi. Önemli bir siyaset ve devlet adamı da olan Ağaoğlu'nun anlattığı insanların çoğu marazi, kuruntulu, dengesiz, ihtiraslı ve dramatik tiplerdir. Onun kahramanları her olayı krize dönüştüren, sürekli ölüm ve cinayet gibi musallat fikirlerin baskısı altında suçluluk kompleksi taşıyan, mutluluktan uzak, yaşama umudunu yitirmiş, genelde paranoyak ve şizofrenik davranışlar gösteren kişilerdir... Her biri neredeyse bir roman çatısı oluşturan bu öykülerde, üslupçu bir kalemin insan ruhunun derinliklerine sızışını ve inceliklerini yakalayışını görüyoruz.

Strazburg Geceleri Ah bu Strazburg geceleri! Onları yapan renk ve ışık değil! Sokaklar karanlık ve ekseriya hava bulutludur. Fakat gündüzleri ayni lisanın, Fransızcanın etrafında cinslerini, ırklarını unutan, bu müşterek dil ile derslere devam eden, umumi siyasete ait mevzular etrafında birbirine karışan, ayni sınıfta, ayni mütalâahanede ve ayni lokantada yan yana oturan insanlar, akşam olunca ana dillerine, ecdat âdetlerine ve kendi ırklarının ruhlarına dönüyorlar. İnsiyakî yaklaşmalarla her genç kendi hemşerisini buluyor. Dudaklarında insana daussılalı bir keder veren şarkılarla, Ruslar steplerin hayaline, Bulgarlar Makedonya ve Balkan dağlarının dumanlı tepelerine, Çinliler sarı toprakların tahassürüne dalıyorlar. Üniversite o zaman yalnız Alzaslılara kalıyor. Hakiki Alzas da yine geceleri kendini gösteriyor ve bu insanlar ile biz şarklılar arasındaki fark derhal meydana çıkıyor. Onlar kahvelerde, barlarda ve meyhanelerde içip eğleniyorlar. Bizler tenha köşelerde ve daima memleket üzerinde konuşuyoruz. Medeniyet, mesafeleri ne kadar kısaltırsa kısaltsın memleket ve vatan yine kalacak! Mademki böyle içinden yetiştiğimiz toprağın ruhlarımıza verdiği hasretler var! Çinli bir arkadaşım vardı. Oksford'ta edebiyat doktoru olmuş, Strazburg'da felsefe doktoru olmağa çalışıyor. Onu umumi kütüphanede tanımıştım. Sabah saat sekizden akşam sekize kadar okuyor ve yazıyordu. Uzaktan bakardım. Saçsız ve sarı başının satırlar ve kitaplar arasında daima tuhaf, biraz korkunç ve biraz güzel bir mânâsı vardı. Çinlilerin fildişini ipek gibi nasıl işlediklerini anlıyordum. Bu da tezini öyle bir dikkat ve ihtimam ile hazırlıyordu. Muhakkak ki, harikulâde bir numara alacak. Az konuşuyordu. Ona ne bir kahvede, ne bir eğlence yerinde rastlamak mümkündü. Bir gece Galya'nın önünden geçerken odasında aydınlık gördüm. Rahatsız edeceğimi bildiğim halde konuşmak istedim. Kapının önünde biraz durdum. İçeride ilk defa işittiğim bir besteyi, ne olduğunu tâyin edemediğim bir âlet çalıyordu. Kapıyı vurdum. Galiba işitmedi. Açtım ve içeri girdim. O zaman karşıma benim kütüphanede tanıdığım Çinli değil, belki ancak Çin'de tanıyabileceğim Çinli çıktı. Karyolasının üzerinde bağdaş kurmuştu. Elinde bizim flütlere benziyen bir âlet vardı. Gözlerinden sarı yanaklarına bir dizi gözyaşı akıyordu. Beni görünce şiddetle utandı, ayağa fırladı, af istedi. Gözünün yaşını acele acele silmeğe çalıştı. Ben ona hiçbir şey sormıyacaktım. Niçin ağladığını biliyordum. Kendisi söyledi: "Burası beni sıkıyor. Bu toprağı, bu havayı ve bu insanları sevmiyorum. Yüreğimde vatandaşlarımın adedi kadar acı var. Bu acı böyle her gece beni ağlatıyor!" Renk ve ışıkların değil, ruhların yaptığı geceler! Bir Rus arkadaş bana, "Geceleri beni aramayın, çünkü o zaman kendi milletimden başka birisi ile konuşmağa tahammül edemiyorum," demişti. Üniversitenin arka kısmında yan yana iki yol var. Goethe ve Herder sokakları! Bir gece yarısı oturduğum pansiyona daha kestirme oluyor diye süratle buradan geçiyordum. Birdenbire karşıma üç aydan beri Strazburg'da olan genç bir İranlı çıktı. Elektriğin hafif sarı ışığında yüzü bana harikulâde incelmiş ve küçülmüş geldi. Kolumdan tuttu ve "benimle beraber yürü, dedi, bizim İranlı arkadaşlar Paris'e gittiler. Ben yalnız kaldım. İstiyorum ki, yanımda hiç olmazsa bize yakın birisi olsun. Sen Türksün ve bana çok yakınsın!" Sonra uzun uzun bilmem hangi şairin şiirini söylemeğe başladı. Biz Türkler de ayni ihtiyaçlar ve hisler içindeydik. Keçiören'in çıplak tepeleri ve bodur ağaçlı bağları gözümün önünden gitmezdi. Toz bulutları içinde Ankarayı görürdüm. Lisenin taş bir kışlaya benziyen binası beni saatlerce düşündürürdü.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.