Bruno Barbey’nin İstanbul’u

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

16 Nisan - 30 Haziran 2010

Geçtiğimiz yıllarda Mayıs 68 ve İtalyanlar sergileriyle İstanbul’a konuk olan Barbey’nin objektifine bu kez İstanbul takıldı: Şehrin renksel uğultusu, Doğu-Batı sentezi/açmazları, gündelik yaşamın kaotik hali, kısacası İstanbul’dan kareler. Son beş yıldır yoğun şekilde İstanbul’u fotoğraflayan Barbey, sergi için 60 renkli fotoğraf seçti.

Sergiye bir sergi kitabı da eşlik ediyor. Kitapta, sergide yer alan tüm fotoğrafların yanı sıra fotoğrafçı Haluk Çobanoğlu’nun bir yazısı da yer alıyor.

Bruno Barbey Ecnebi Bir Fotoğrafçı mıdır?

Halûk Çobanoğlu

 “Bruno Barbey’nin İstanbul’u” sergisi ile, Magnum fotoğrafçısı Bruno Barbey, şehrimizde üçüncü sergisini açmış oluyor: “Mayıs 68” ve “İtalyanlar” ile ziyarete geldiği kente, bu kez makinesinin vizöründen bakıyor. O, artık “misafir” değil, bize ve tüm dünyaya İstanbul’u anlatma derdinde. İstanbul gibi bir konunun ya da benzer öznelerin seçimi, Bruno için ya da herhangi bir “harici” için –ister istemez– daha işin başında, bir tarihsel sorunu da içermekte. Bu sorun Oryantalizm ya da ?arkiyatçılık olarak anılan ve Batı’nın, Doğu’ya ait “egzotik” merak ve bakışı olarak kabaca özetlenen “şey”dir. Pratikte ise Batı’nın, ekonomik ve askeri olarak dünya hegemonyası eylemi ile birlikte, günümüzde Doğu’nun ve onun şahsında dünyanın yoksul ülkelerinin sırtında halen büyük bir yük olarak yaşayan, Batılı’ya ait yarı-resmi bir görüştür. Yıllar öncesinden, Drang nach Osten (Doğu’ya doğru) zamanından gelen şarkiyatçılık tartışmalarını, Cemil Meriç’in “Oryantalizm, sömürgeciliğin keşif koludur” tanımlaması üzerinden hatırlayacak olursak; o günden bu zamana bu konudaki hassasiyetin muhalif Batı düşüncesinin yanı sıra günümüzde Doğu cephesinde de giderek arttığı aşikâr. Yani sorun bizim için her anlamda hâlâ çok cari…
Fransız kimliği ile Doğu gelenekleri arasında, Magrip’te büyümüş olan Bruno Barbey, editoryal fotoğraf geçmişi boyunca dünyadaki kadim coğrafyaların kültürleri ile yakından ilişkiye geçti ve bu konular etrafında üretim yapmaya hep istekli oldu. Bir fotoğrafçı, özellikle yaban ellerden bir fotoğrafçı, konu olarak bir kadim kültürü ele almaya karar verdiğinde, söz konusu işin tematik yanı ve uzun vadede kalıcılığı üzerine sorular ardı ardına gelmeye başlar. Basit bir kelime oyunu ile, “kalıcılıkla” işin gelecekte de değer kaybetmeyecek bir kıvamda olması kastedilirken, diğer yandan –bunun önşartı olarak– konunun içeriğinin idraki ve gerçekleştirilmesi için gerekli sürenin “olgunluğu” sorgulanır. Basit bir misal ile, yaşadığımız topraklarda, dünya seyyahlar tarihinin iki seçkin siması olarak anılan Evliyâ Çelebi ve İbn Battûta’ya, bu anlamda, konumuz dahilinde değinebiliriz. Günümüzde gezgin Evliyâ Çelebi geleneğinin takipçisi olarak da değerlendirilebilecek olan dünya gezi fotoğrafı geleneği, genelde “aşarız yolları, içeriz çayları” tadında “şekerli işlerin” peşinde koşarken; gittiği yerde mukim, uzun yıllarını geçiren, hatta evlenip barklanan seyyah İbn Battûta geleneği ise, fotojurnalizmin –özelinde uzun süreli projeleri ile belgesel fotoğrafın– kalıcı kimliğini işaret eder. Geçmişte yaptığı işlerin duyarlılığı ve kalıcılığıyla, egosunun önüne dünya vatandaşlığı kimliğini yerleştiren Bruno Barbey’nin fotoğraflarındaki ince işçiliğin yanı sıra içerik kaygısına bakanlar, onun bu topraklardaki ikinci bir “Türk dostu” Pierre Loti vakası olmadığını hemen kavrayabilir.
1960’lı yıllarda zamanın belgesel ve haber fotoğrafçıları ile prestijli haber ajansı Magnum’un üyelerinin neredeyse tamamen siyah beyaz fotoğraflar ürettiği bir dönemde (renkli çalışmaları ile nam salan ve belki de o döneme ait tek örnek olan fotoğrafçı Ernest Haas’ı burada anmamız gerekir), Bruno, dönemin “büyüklerince” haber fotoğrafında “renkli” çalışmalara pek de iyi gözle bakılmadığını sık sık vurgular. Aynı dönemde iki Leica’sından birinde siyah beyaz, diğerinde renkli filmle çalışan genç Bruno, Fas’taki çocukluk yıllarını hep sevgiyle anar ve Matisse ile Delacroix’nın da aynı topraklarda kalıp, nasıl “yeni ve ışıklı renkler” keşfettiklerinden söz eder. Bruno Barbey bir röportajında, fotoğrafçı Selahattin Sevi’nin Fas’taki çocukluğu ve onun Fas projesine dair bir sorusu üzerine, “Birçok fotoğrafçı, sinemacı Fas’a ilgi duymuş. Fas, Hindistan gibi, Meksika gibi çok ilginç, çok zengin renkleri olan bir coğrafya. Bunu takip eden fotoğrafçı, sinemacılar olmuş. Hakikaten çok güzel ışık var orada. Hatta çok ünlü iki Fransız ressamın oraya gidip sanat ve resim dillerinin değiştiğini görüyoruz. Örnek: Matisse... 1906’da birkaç aylığına gidiyor. Bu yolculuk resimle ve renklerle olan ilişkisini yeniden yorumlamasına sebep oluyor. Hakikaten doğası zengin bir yer ve o anlamda insana çok şey vaat ediyor. Benim açımdan da aynı paralelde bir cazipliği var. Fas’la ilgili tek derdim oranın sadece renklerinin güzel olması, egzotik bir yer olmasından kaynaklanmıyor. Ben orada doğdum, orada büyüdüm. Ailem Fransız ama böyle bir coğrafyada İslam kültürünü öğrenerek büyüdüm. Oradaki kültürel yapının arka planını öğrenmek ve tarihsel zenginliği daha fazla deşmek için böyle bir proje yaptım. Çok katmanlı bir proje bu. Sadece renkler ve gölgeler peşinde koşmak değil. Sosyal ve kültürel kaygılarım olduğu için de oraya gittim. Çocukluğumun da etkisiyle. Bir caminin içinden çekilmiş bir fotoğraf var burada. Bu öyle herhangi bir caminin fotoğrafı değil. Yanında Fas’ı ilk kuran sultanın türbesi de olan bir caminin fotoğrafı. O yüzden önemli. Tarihsel öneminin yanında; uygarlığın, sanatın, o İslam uygarlığının yarattığı sanat açısından da çok önemli olan mozaik sanatının zenginliği de çok önemli. Endülüs’te, Granada’da, İspanya’da bunun devamını görebilirsiniz. Bu fotoğrafı sadece renkle ilgili olmadığımı anlatmak için gösteriyorum. Sadece renkler ve gölgelerle değil tarihle de ilgili olduğunu görürsünüz fotoğraflarımın.”
Bruno Barbey’nin renkli fotoğraf serileri, üretim tarzı ve yapım süreci açısından, edebiyatın nehir romanlarını andırır. Bu tarzda üretilen Fas, Portekiz, Gabon, Polonya, Nijerya, İran serilerinden oluşan kitapları ve ABD kökenli National Geographic dergisi için ürettiği foto-röportajları, Bruno Barbey’ye dünya çapında bir tanınmışlığı getirmiştir. Öte yandan altını özenle çizmek gerekirse, renkli fotoğrafa olan aşkına karşın, fotoğrafçının siyah beyaz olarak ürettiği “İtalyanlar” ve “Mayıs 68” serileri başyapıtları olarak anılır.
Son yıllarda çeşitli vesileler ile memleketimize sık sık gelen Bruno Barbey, konusunun takibi için, müthiş bir planlama ile enerji harcayarak, yaratıcı bir işle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kendisinin de açıkca ifade ettiği gibi “İstanbul projesi” henüz tamamlanmamıştır. Ve şehrin varoşları konusu başta olmak üzere temanın sacayakları üzerinde üretimini sürdürmektedir. Sanırım bu yapbozun “bitmiş halini” gelecekte de uluslararası bir yayın olarak, Bruno Barbey’nin kişisel “İstanbul” fotoğraf albümü olarak görebileceğiz.
İstanbul şehrinin hiç yaşlanmayan dinamik nüfusuyla yaşam hızını merak ve hayretle izlediğini ifade eden fotoğrafçı için, İstanbul’un fotoğrafa –özne ve eylemci olarak– düşkünlüğü de ayrı bir merak konusudur. Ki ona göre yaşadığı Paris şehrinin sokaklarında dahi böyle bir merak ve ilgi ile karşılaşılamaz. Bu da –bize göre herhalde– bir süredir yaşadığımız “Türk’ün teknoloji ile imtihanı” babından bir şey olsa gerek…
Öz olarak Bruno Barbey’nin İstanbul fotoğraflarıyla kısa bir yolculuk yaparsanız; tek tek fotoğraflar yerine sonuçta sizin dimağınızda kalan kıvam önemli bir gösterge teşkil edecektir. Ancak Bruno’nun “İstanbul” portfolyosunda öyle bir fotoğraf var ki insan yine de, o tek fotoğraf hakkında yazmadan edemiyor. Boğaz Köprüsü’nün üstünde, Avrasya Maratonu’nu fırsat bilip, köprüye çıkmış “kırmızılı kadın”ın portresi. Artık kalıplaşmış ve kimseye hiçbir şey söylemeyen soyut “Doğu ile Batı arasında bir köprü” metaforlarına kolayca yem olabilecek bir mekân ve zamanda yakalanmış, dolayısıyla istismara da açık bir an fotoğrafı bu. Diğer yandan, kim bilir, günlük yaşamın bitevi, sürüp giden sosyal ve ekonomik açmazları, verilmiş ancak edinilememiş “kadınlık hakları” ile geleneksel değerleri arasında gidip gelen; belki de ölüm ile yaşam arasında gidip gelen bir portre. Sanki bir an’a sığdırılan koskoca bir yaşam. Tek başına bu portre bile memleketin halini anlayıp, dünyaya tefsir etmeye çalışan Bruno Barbey’nin İstanbul portfolyosunu anlamlı kılmaya yetiyor. İstanbul serisindeki fotoğraflar arasında bir nirengi noktası olan bu portre, aynı zamanda artık Bruno Barbey’nin ecnebi biri değil, içeriden biri olduğuna da işaret ediyor.
Dünya fotoğraf tarihinin önemli simalarından biri olan Bruno Barbey’nin “Mayıs 68” ve “İtalyanlar” sergilerinin yakın geçmişte İstanbul’da açılmış olmasının yanısıra, bu sergilerin kitapları da Türkçede yayımlanmıştı. Bu yıl da, ilk kez şehrimizde açılan “Bruno Barbey’nin İstanbul’u” sergisi ile birlikte sergi kitabının da kitapçı raflarında yer almasının, izleyiciler kadar ülkemiz fotoğraf sanatına ve belleğine de değerli bir katkı sağlayacağı aşikâr...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.