Bir Gölge Gibi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Hayali Ölümler ve Marilyn’i Kurtarmak gibi kurgu-ötesi yapıtlarıyla tanınan müzikolog ve psikinalist Michel Schneider, son romanı "Bir Gölge Gibi"de, Cezayir savaşına katılmış abisi Bernard hakkında bir roman yazmak isteyen Michel Forger’in, abisinin savaşta yaşadıklarını, savaş sonrası kayıtsızlığını ve ölümünü araştırırken ona karşı beslediği kıskançlık ile acıma arasında gidip gelen duygularıyla da yüzleşmek zorunda kalmasını sıradışı bir kurguyla anlatıyor.. Bir Gölge Gibi savaş, vahşet, kadınlar ve ölüm üzerine karanlık bir roman.

-1-
Bir tek abim böyle gelebilirdi, haber vermeden, tek söz etmeden. Bir gölge gibi ya da kaybettiğimiz insanların rüyalarda görünmesi gibi.

Ölülerden söz edilmemeli. Çünkü onlar dinlerler ve akıllarına olmadık fikirler gelebilir. Sonra geri dönerler. Yalnızca onlar değil; yaşayan kimi insanlar da öyle, geçmişten çıkagelirler. Yalnız hissederler kendilerini, ya da bir şey isterler; belki de hâlâ hayatta olup olmadığınızı öğrenmektir tek istedikleri.

O sabah bir radyo stüdyosunda müzikten söz ediyordum. Radyoda hiç kimseye seslenmezsiniz. Yapay ışıkta, gri, pis bir tozla kaplanmış mikrofonu görürsünüz yalnızca, yumruğunu ağzınızın altında, gırtlağınızın önünde sıkıvermiştir. Tek bildiğiniz orada, öteki tarafta, dinleyen birinin olduğudur. Kimdir bilinmez; nerede olduğu da. Dinleyen biri vardır hep. Unutulmuştur. Öldü sanılır. Onu tanımıyor ya da artık tanımıyorsunuzdur. O sizi tanır ama. Bir tek onunla konuştuğunuza inanır. Biri vardır orada, sözlerin sinemadaki bir dış sesin gücüne eriştiği yarı karanlıktadır o da. Dinleyici işitilen sözcüklerin üstüne hayalet imgeler yerleştirir.

O günkü yayında Schumann dinlettim. Manfred Uvertürü ’yle birlikte abim Bernard’ın gölgesi geri döndü. Bu müzik öteden beri, hayranlık duyulan bir baba figürünü değil, hem sevilen hem nefret edilen bir kardeşi, sizin gerçekliğinizin bir kısmını sonsuza dek elinde tutan bir haini anımsatmıştır bana.

Stüdyodan çıktığımda rahatsız hissettim. Bir sırrı açık etmiş, onunla birlikte abimi de ele vermiştim. Sır tutamamıştım. Bir sırrın yarısını. Öteki yarısını çoktan alıp götürmüştü O. Kaç zaman oldu ki?

-2-
Michel o günü hatırlıyor, 1955 yılı Noel’i, sahte ailenin, çetenin tamamının hep birlikte geçirebildikleri son Noel, çünkü bir sonraki yıl Bernard Cezayir’e savaşa gidecek. Önceki gün, dönemin son okul günü, elinde çantasıyla eve dönerken, kendi etrafında dönüp durmaktadır çocuk, bir şeyleri kutluyordur ama ne olduğunu bilmez. Noel gibi geçmeyeceğini hissettiği Noel bir şey ifade etmez ona. Kasvetli bir şeyler yaklaşıyordur sanki. Anneleri bir kutlama yemeği ya da hediyeler hazırlamayacaktır. Bunu asla yapmaz. “Annenizin vakti yok” der bakıcıları Loné. Annelerinin hiç vakti olmaz, hiçbir şey için, tüm zamanını bir şey yapmayarak ve yapmak zorunda olduğu onca şeyi yapamayacağı için söylenerek geçirir. Haklı da: Yapacak bir sürü iş ve çok az zaman var. Ya da yapacak hiçbir şey yok ve çok zaman var. Bu kutlama herkesin yerinde oturacağını umarak geçirilecek berbat bir andan başka şey değil, diye geçirir aklından Michel, bağırış çağırışlara ve gözyaşlarına, yere düşen şeylerin sesine, kırılan bardakların yerden toplanışına tanık olmasının engelleneceği berbat bir zaman.

Sokağın kapısını iterken, boğuk darbeler işitir. Kudurmuş gibi ve beceriksizce kullanılan bir balta, ıslak oduna saplanmış. Büyük bahçenin arka tarafına koşar ve yerden sekiz metre yüksekte, mavi çamın tepesinde zar zor ayakta duran abisi Bernard’ı görür; baltasına abanır Bernard, ağacın tepesinde berbat bir yarık açar. Uzaktan bakınca, ötekilerden daha parlak bir güneş ışığı yaklaşan akşam vaktinde ağacı çevreler. Varlığını belli edecek tek bir ses çıkarmaz çocuk, zaten abisi kaygan bir kabuğun ya da sert bir göbeğin direnişine karşı koyan kaslarının gücünden başka şeyin varolmadığı bir çölde epeyce ilerlemiştir. Yara genişler, gövdedeki oyuk açılır ve sonunda en güzel ağacın tepe kısmı eskiden bir şakayık tarhının bulunduğu yabani otlarla kaplı yeşilliğin üstüne gümbürtüyle devrilir. Bernard, gürültüden darbe almış gibi dengesini yitirip arkaya atar kendisini.

Neden sonra aşağı iner, çantası ayaklarının dibinde, donakalmış çocuğu şöyle bir süzer. “Gel bakalım, budala. Yardım et de şunu içeri taşıyalım.” Projesi çok büyükmüş, Noel ağaçları devasa ve ağır. Çocuklar ağacı iyi kötü giriş merdivenlerine kadar sürükler, verandanın camlı kapılarından salona sokarlar. Ağacı dikleştirmek, boyunu kısaltmak için alt kısmından budamak gerekir, tepesi tavan silmelerini yalayarak nemli uzun izler bırakır çünkü ve sabit bir yere oturtmak kalır geriye. Gövdeye sabitlenmiş büyük tahta levhalar zemine çivilenir. Bernard testereyle çalışır, çakar, çiviler. Çam ağacının tepesi yine de şöminenin köşesinde bükülür, dolayısıyla geleneksel tepe süsü yerleştirilemez. Ağacın dibine pikabını koyup Schumann dinletir: Manfred Uvertürü. Çam ağacını kutlamalar için gösterişli bir hale sokmakla ilgilenmez, çekip gider.

Akşam, geri dönmez. Gece de. Renkli kordonlar, toplar, parlak kâğıttan süslemeler, mumlar, her şey işi aceleye getiren bakıcı tarafından düzensizce yerleştirilir ağacın üstüne. Noel yemeğiyle ilgili pek bir şey anımsamıyor Michel. İlahiler söylendi mi, hediyeler var mıydı? Bildiği tek bir şey var: Bernard orada değildi. Müzik vardı ama, onun müziği, abisinin ağacın dibindeki pikabında Michel aynı parçayı tekrar ve tekrar çalarken annesi bağırıyordu: “Shumann ha? Hem de Noel akşamı, Schumann. Sen delirmişsin Michel!”

Haklıydı. Yanlış olanın ıstırap değil, onaylama ve neşe olduğuna dair kesinliği içine alan derin sırla birlikte müzik çocuğun içine sızmıştı; o müzik, bir küçümseme ve ayıp parçası gibi; o müzik, ağacın bedenini yaran o balta gibi içinde.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.