Baharda Ölmek

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Günümüz Alman edebiyatının en başarılı yazarlarından olan Rothmann, yeni sayılmayacak trajik bir hikâyeyi, savaşın doğaya ve çevreye verdiği zarar, travmanın kuşaklararası iletimi gibi, o dönemi bizzat yaşamış Grass kuşağı yazarlarında görmediğimiz yepyeni bakış açılarıyla zenginleştirerek ustalıkla anlatıyor.

Bir çiftlikte süt sağıcılığı yapan iki genç, Walter ve Friedrich İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde, zorla askere alınırlar. Alman Ordusu bozguna uğramış ama teslim olmamakta direnmektedir. Cephe gerisinde görev yapan Walter, bombalanan şehirlere, sivillerin çaresizlikten tükenişine, fiziksel ve ruhsal olarak çökmüş askerlerin iyice zıvanadan çıkışına tanıklık edecek ve barışı görebilecek, ama suskunluğuyla kuşattığı savaş travması onu hayat boyu hiç bırakmayacaktır.

“Bir keresinde ona rüyalarımdan bahsettiğimde, bana vücudumuzdaki hücrelerin bir hafızası olduğunu söylemişti, sperm ve yumurta hücrelerinin de var, dolayısıyla bu kalıtsal bir şey. Ruhsal ya da fiziksel olarak yaralanman, gelecek kuşakları etkiliyor. Yani sana isabet eden hastalıklar, yumruklar ya da kurşunlar, doğmamış çocuklarını da yaralıyor.”

Suskunluk, hele ki ölüm konusundaki o derin suskunluk, sonuçta hayatın bir gün kendiliğinden içini gerçekle doldurduğu bir boşluktur. Eskiden babama saçının gürlüğünden söz ettiğimde bunun savaşta olduğunu söylerdi. Kafa derilerine her gün huş ağacı özü sürerlermiş, bunun üstüne yokmuş; bitleri yok etmezmiş ama güzel kokarmış. Huş ağacı özü ve savaş, bir çocuk için bağdaştırılamaz olsa da başka bir şey sormazdım; zaten –o günlerin bahsi açıldığında genellikle olduğu gibi– sorsam da daha ayrıntılı bir cevap alamayacaktım. O cevap yıllar sonra, asker mezarlarının olduğu bir fotoğrafa bakıp cephe gerisindeki çoğu değilse de birçok haçın genç huş ağacı gövdelerinden yapıldığını gördüğümde geldi.

Babamın itici görünmeden gülümsediği nadirdi. Çıkık elmacık kemikleri ve yeşil gözlerin baskın olduğu solgun yüzüne bir melankoli ve yorgunluk ifadesi hâkimdi. Geriye taradığı, ensede kazınmış kumral saçlarını Brisk saç pomadıyla şekillendirirdi, gamzeli çenesi daima pürüzsüzdü ve görünüşe bakılırsa dudaklarının zarif çekiciliğinin huzurunu bozduğu kadın sayısı hiç de az değildi; bununla ilgili hikâyeler vardı. Azıcık kısa burnunun ucu hafif kalkıktı, bu da onu yandan biraz daha genç gösteriyordu. Kendini rahat hissettiği anlarda bakışlarında şakacı bir insancıllık ve empatiye yönelik bir zekâ ortaya çıkardı. Fakat yakışıklılığının farkında değildi; fark etseydi de muhtemelen inanmazdı.

Bütün komşular onu, bu yardımsever adamı sever, ondan bahsedilirken sık sık “efendi biri” olduğu söylenirdi; maden ocağındaki iş arkadaşları ona övgüyle “kazıcı” derlerdi ve bugüne dek kimse onunla kavga etmemişti. Genellikle, parlaklığını daha ilk yıkamada kaybeden fitilli kadife pantolonlar ve C&A marka ceketler giyerdi.

Fakat bunların renkleri daima özenle seçilir, seçilirken yaşanan kısa duraksama ve zevkli kombinasyondan duyulan mutluluk hissedilirdi; asla spor ayakkabı, fırçalanmamış bir ayakkabı, havlu çorap ya da kareli gömlek giymezdi. Süt sağıcı ve daha sonra madenci olarak yaptığı ağır iş vücut duruşunu bozmuş olsa da babam aslında dünyada görülmemiş bir şeydi: zarif bir işçi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.