Ateş Vaazı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Tüm sevdiklerini ardında bırakmak zorunda kalsaydın, seni eşsiz yapan yeteneğin, lanetin oluverseydi ve bir zamanlar en yakının olan ikizin, en büyük düşmanına dönüşseydi aniden... Ne yapardın? Nereye giderdin?

Bilinen insanlık tarihi yaşanan büyük bir patlamanın ardından sona ermiş, yeni bir çağ başlamıştır. İnsanların mutasyona uğradıkları bu dönemde tüm bebekler ikiz doğar. Her ikizden birinin fiziksel engelle doğduğu bu dönemde yeni bir ayrımcılık başlar. “Kusursuz” doğan Alfalar, Omega olarak adlandırdıkları ikizlerini dışlar. Kardeşlerin arasındaki tek bağlantı ölümdür çünkü biri ölürse diğeri de hayatta kalamaz.

Dünyanın bu yeni dengesini değiştirebilecek tek kişi bir Omega olan Cass’tır çünkü şartlar ne olursa olsun o kardeşinden asla ayrılamaz.

Haig’in tüm ayrıntılarıyla ve renkleriyle anlattığı bu kıyamet sonrası hikâye “öteki”nin kim olduğu sorusunu da yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor.” - Washington Post

Beni almaya bir gece vakti geleceklerini düşünmüştüm hep; ama altı adam atlarını ovaya doğru sürdüğünde, günün en sıcak saatiydi. Hasat zamanıydı; yerleşimdeki herkes erkenden uyanmıştı ve geç saatlere kadar çalışacaktı. Omegalara bırakılmış olan harap topraklarda hasadın iyi olup olmayacağına asla güven olmazdı. Geçen mevsim, şiddetli yağmurlar toprağın altını üstüne getirmiş, patlamadan kalma külleri açığa çıkarmıştı. Kök sebzeler ya ufacık olmuş, ya da hiç büyümemişti. Bir tarla dolusu patates ters yöne doğru büyümüştü – onları kirli toprağın bir buçuk metre altında, lekeli ve büzüşmüş olarak bulduk. Bir oğlan onları bulmak için toprağı kazarken boğuldu. Çukur sadece birkaç metre derinliğindeydi, fakat kilden duvar çökünce çocuk yukarı çıkamadı. Başka bir yere gitmeyi düşünmüştüm, ama tüm vadiler yağmurla dolup taşmıştı. Zaten hiçbir yerleşim verimsiz bir mevsimde yabancıları hoş karşılamazdı.

Böylece soğuk bir yılı orada geçirdim. Diğerleri, ekinlerin arka arkaya üç yıl büyümediği kuraklık dönemiyle ilgili hikâyeler anlattılar. O zamanlar sadece bir çocuktum ama ben bile açlıktan ölmüş sığırların kendi kemiklerinden oluşmuş sallarda, kuru araziler üzerinde yüzdüğünü hatırlıyordum. Fakat bu en az on yıl önceydi. Bu seferki, kuraklık yılları kadar kötü olmayacak, diyorduk birbirimize; sanki tekrarlamak bunu gerçek kılacakmış gibi. Ertesi baharda, buğday tarlalarındaki bitki saplarını dikkatle gözlemledik. İlk mahsuller güçlüydü. O yıl çıkardığımız uzun, şişkin havuçlar yeniyetmeler arasında kıkırdamalara sebep oldu. Kendi küçük bahçemden topladığım bir çuval sarımsağı kucağımda bir bebek gibi taşıyarak pazar yerine götürmüştüm. Bahar boyunca ortak tarlalardaki buğdayın büyüyüp güçlenmesini izledim. Kulübemin arkasındaki lavantalar arı kaynıyordu, içerdeyse raflarım yiyecekle doluydu.

Geldiklerinde hasadın ortasıydı. Geleceklerini önceden hissetmiştim. Kendime karşı dürüst olmam gerekirse, aylardır hissediyordum bunu. Ama şimdi açıkça duyumsuyordum; kâhin olmayan birine asla anlatamayacağım ani bir uyanıştı. Değişen bir şeyin verdiği histi; güneşin önünden geçen bir bulut ya da yön değiştiren rüzgâr gibi. Elimde tırpan, doğruldum ve güneye baktım. Yerleşimin diğer ucundan gelen haykırışları duyduğumda koşmaya başlamıştım bile. Çığlık yükselince ve dörtnala koşan altı atlı görününce diğerleri de koşmaya başladı – Alfaların Omega yerleşimlerini basıp değeri olan her şeyi çalmaları alışılmadık bir şey değildi. Ama ben neyin peşinde olduklarını biliyordum. Kaçmanın pek bir anlamı olmadığını da biliyordum. Annemin uyarısına kulak vermek için altı ay kadar geç kaldığımı da. Eğilip çitin altından geçtiğimde ve yerleşimin dağınık kayalarla kaplı sınırına doğru hızla koştuğumda bile, beni yakalayacaklarını biliyordum.

Beni tutmak için yavaşlamış bile sayılmazlardı. Biri, ayağımı yerden keserek beni kapıverdi sadece. Bileğime vurduğu bir darbeyle tırpanı elimden düşürdü ve beni eyerin ön tarafına yüz üstü fırlattı. Savurduğum tekme atın daha da hızlanmasına sebep olmuş gibi görünüyordu. Kaburgam ve karnım üzerinde sekmenin yarattığı sarsıntı, aldığım darbeden daha acı vericiydi. Sırtımda güçlü bir el vardı ve adam atı sürmek için öne eğildikçe bedenini hissedebiliyordum. Gözlerimi açtım, ama toynakların çiğnediği zeminin hızla geçen baş aşağı görüntüsüyle karşılaşınca hemen tekrar kapattım.

Tam yavaşlıyor gibi olduğumuzda ve gözlerimi açmaya tekrar cesaret ettiğimde, sertçe sırtıma dayanan bıçağın ucunu hissettim.

“Seni öldürmeme emri aldık” dedi adam. “Hatta bayıltmama, ikizin öyle söyledi. Ama herhangi bir sorun çıkarırsan, onun dışındaki her şeyi yaparız, tereddüt etmeden. Bir parmağını kesmekle başlarım, bunu yapmak için atı bile durdurmayacağıma inansan iyi edersin. Anladın mı Cassandra?”

Evet demeye çalıştım ama; ancak bir hırıltı çıkarabildim.

Yola devam ettik. Bitmeyen sarsıntıdan ve baş aşağı olduğumdan iki kez kustum – ikincisi adamın deri çizmesinin üstüne olmak üzere; memnuniyetle izledim bunu. Küfrederek atını durdurdu ve kollarım iki yanıma bağlı olacak şekilde, vücudumun çevresine bir ip dolayarak beni dikleştirdi. Kanım yeniden bedenime doğru akınca kafamdaki basınç azaldı. Arkamdaki adam tarafından sıkıca tutulan ip kollarımı kesiyordu ama en azından beni sabit tutuyordu. Günün geri kalanı boyunca bu şekilde yol aldık. Gece vakti, karanlık ufuk çizgisini kement gibi sararken, kısa bir süreliğine durduk ve yemek yemek için attan indik. Adamlardan biri bana ekmek uzattı ama sadece su matarasından birkaç yudum almayı başarabildim. Su ılıktı ve küf kokuyordu. Sonra yine yukarı çekilip, bu kez kara sakalı boynuma batan başka bir adamın önüne oturtuldum. Adam kafama bir çuval geçirdi fakat bu, karanlıkta pek bir şeyi değiştirmedi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.