Abşalom, Abşalom!

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

1897'de, Mississippi, New Albany'de doğan William Faulkner, 20. Yüzyıl Amerikan Yazınının yetiştirdiği en büyük yazar ve modern dünya romancılarının en iyilerinden biridir. Romanları, doğup büyüdüğü güneyin efsanesinden esin alır. Bu yüzden iç savaş, zenci sorunu gibi konuları sık sık işlemiştir. Ailesinin onur, beyazların sosyal konumu, tarihi kahramanlıklar gibi konulara yaklaşımı da Faulkner'a yapıtları için malzeme oluşturmuştur. Ülkemizde "Ses ve Öfke", "Döşeğimde Ölürken", "Kutsal Sığınak", "O Ağustos Güneşi", "Ayı" gibi kitaplarıyla tanınan yazarın en önemli romanlarından biri olan "Abşalom, Abşalom!", Aslı Biçen çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Faulkner'ın yarı-kurgusal bölgesi Yoknapatawpha'da geçen "Abşalom, Abşalom!", Thomas Sutpen'in ve sonunda kendi oğulları tarafından mahvedilen planının -1830'larda, Missisippi'de bir hanedanı ağır ağır sürdürmek- hikâyesi üzerine kurulu. "Kitab-ı Mukaddes"ten Güney'in efsanesine, oradan da modern dünyanın karmaşısına uzanan roman, farklı anlatıcılar aynı olayları üst üste anlattıkları için tekrarlar üzerine kuruluymuş sanısı yaratır; aslında okuyucudan doğrunun eksik anlatımlarından geçerek, doğruyu daha derin bir biçimde kavramesı beklenmektedir. Karmaşık dil yapısıyla zor okuma uğraşlarını seven okur için biçilmiş kaftan olan "Abşalom, Abşalom!", -Murat Belge'nin deyişiyle- tiz sesle yazılmış bir güney profili. Faulkner'ın romanlarındaki kuruluş bir senfoniyi andırır. Keskin bir toplum gözlemcisi olan Faulkner, ilk bakışta yapıtlarının yapılarını okurdan gizlemeye çalışır gözükse de, aslında kitaplarında tüm ipuçlarını vermiştir. Diğer Faulkner romanlarında olduğu gibi "Abşalom, Abşalom"da da tekrarlar ve geri-dönüşler sık sık kullanılır: Sutpen ailesinin öyküsü, önce Miss Rosa tarafından Quentin Compson'a anlatıldığı sıra, Quentin Compson'ın bilinci yoluyla bize parça parça sunulur. Sonra Quentin aynı öykünün öteki episodlarını da babasından dinler; daha sonra da Quentin, Shreve'e anlatmaya çalışır; en sonunda her ikisi de Sutpen öyküsünün bilinmeyen parçalarını kendi hayallerinde canlandırırlar ve okuyucu da o anda onlarla işbirliği yapar. Faulkner, doğrunun tek yanlı olarak kavranabileceği üzerindeki şüphesini böylece dolaylı olarak açıklamış olduğuna göre, okuyucuyu da aynı eylem örneklerini ayrı ayrı görüş açısından incelemeye zorlarken, tipleri bir sanatçı ustalığıyla canlı olarak sunmaktan başka bir şey yapmak niyetinde değildir. İlişiğindeki Yoknapatawpha haritasıyla güneye, alınyazısına ve Faulkner'a bir yolculuk bileti...

Daha fazla zaman geçmiş olması gerekirdi; geç olması gerekirdi, yine de zerreciklerle titreşen güneş ışığının sarı huzmeden kafesi, ikisini ayıran aşılmaz kasvet duvarı üzerinde pek yükselmemiş, güneş adeta kıpırdamamıştı. Bu (konuşma, anlatma) bir rüyanın aklı ve mantığı hiçe sayan niteliğine bürünmüş gibi geliyordu (ona, Quentin'e); rüyayı gören, onun ölü doğmuş, tamamlanmış, bir saniyelik bir şey olduğunu bilir, ama rüyaya (gerçekmiş gibi) inanabilmesi -dehşet, zevk ya da şaşkınlık duyabilmesi- geçmiş, hâlâ da geçmekte olan zamanı, tıpkı müzik dinlerken ya da hikâye okurken olduğu gibi açıkça kabul ve fark etmesine bağlıdır. "Evet. Çok geç doğdum. Sutpen'in Yüzkilometrekaresi'nden kiliseye gelen yolu bir yarış pistine çevirdiğini kasabanın en nihayet fark ettiği o pazar sabahı ilk arabada gördüm o üç yüzü (tabii onunkini de). O zaman üç yaşındaydım ve kuşkusuz onları daha önce de görmüştüm; öyle olmalı. Ama hatırlamıyorum. O pazar gününden önce Ellen'ı dahi gördüğümü hatırlamıyorum. Sanki bir kez olsun görmediğim, ben doğmadan önce bir gulyabani ya da cinin tutsağı olmuş ablam tek bir günlük izinle terk ettiği dünyaya geri dönecekti, üç yaşında bir çocuk olan ben bu olay için erkenden kaldırılmış, Noel'e hazırlanır gibi giydirilmiştim, saçlarım lüle lüle yapılmıştı, hatta bu Noel'den bile daha önemli bir olaydı çünkü en nihayet bu gulyabani ya da cin karısının ve çocuklarının iyiliği için kiliseye gelmeyi, onların kurtuluş mıntıkasına yanaşmalarına izin vermeyi, Ellen'a sadece Tanrının değil, kendi ailesi ve kendi gibi insanların da desteğiyle çocuklarının ruhu uğruna bu cenk meydanında savaşması için en azından bir şans vermeyi kabul etmişti; evet, kendini bir anlığına hidayete teslim etse de etmese de en azından o an için şövalye ruhuyla davranmıştı, fakat hâlâ tövbekâr değildi. Beklediğim buydu. Babamla halamızın arasında kilisenin önünde, on beş kilometrelik yoldan gelecek arabayı beklerken gözümün önüne gelen buydu. Ellen'la çocukları daha önce mutlaka görmüş olmama rağmen onları ilk gördüğüm bu sahneyi mezara kadar taşıyacağım: bir kasırganın ön cephesi gibi bir görüntü, araba, arabanın içinde Ellen'ın bembeyaz yüzü, bu yüzün iki yanında Sutpen'in yüzünün iki minyatür kopyası, ön tarafta arabayı süren vahşi zencinin yüzü ve dişleri ve Sutpen, yüzü tıpkı zencininki gibi, bir dişleri hariç (kuşkusuz bunun nedeni sakalıydı) - hepsi gözleri yuvalarından uğramış atların, o dörtnala koşunun ve tozun keşmekeşi içinde.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.