Irkçılığı Görmek

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
İçindekiler

"cogito"nun 101. sayısı yaşamın her alanında bir göru¨nmezlik kalkanı altında sinsice işlemeye devam eden, genel siyasal ve iktisadi kriz ortamında şaha kalkan ırkçılığın tarihini, Batı düşüncesinin ırkçı mirasını, iktisadi bağlantılarını, Türkiye'nin hafızasındaki yerini, ırkçılığın  edebiyatta, teoride, akademide olduğu kadar gündelik yaşamdaki tezahürleri üzerinden de ele alan yazılardan oluşuyor. Irkçı, köleci ve sömürgeci geçmişin "aktif unutmayla" bastırılıp silindiği toplumlarda ırkçılığın araştırmalarla ve tartışmalarla görünür kılınarak siyasal ve düşünsel zemine çekilmesinin ırkçılıkla mücadelenin ilk adımı olduğundan hareketle, ırkçılığı görünür kılmaya katkıda bulunması amacıyla hazırlanmış bir sayı "Irkçılığı Görmek".

Cogito’dan
Irkçılığı Görmek
  • Asıl Suç Ne Zaman Başladı Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları ve Batı Felsefe Geleneğinin Onuru - Robert Bernasconi
    İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra pek çok Avrupalı ve Kuzey Amerikalı gözlemcinin Nazi soykırımını Batı’nın tarihinden ayırma eğilimi bazı Siyah filozofların sert eleştirilerine maruz kaldı uğradı. Bu Siyah filozoflara göre Nazizmi hazırlayanlar sömürgecilik ve emperyalizm suçlarıydı. Ayrıca Batılı felsefe geleneğinin pek çok tanınmış şahsiyetinin Atlantik’teki köle ticareti ya da daha sonra emperyalizm konusunda yatırım yapma, destek verme ya da sessiz kalma yoluyla aynı suçlara karıştığını da öne sürdüler. Hatta filozofların ve daha sonra başkalarının bu tarihi ele almaktaki başarısızlığının Holokost’u mümkün kılan iklime katkı yaptığını da iddia ettiler. Daha sonra, özellikle 1960’larda kimi Beyaz tarihçiler de benzer şekilde Nasyonal Sosyalizm’in suçlarını Batı düşünsel tarihi bağlamına yerleştirme arayışına girdiler; akla ilk gelenler, örneğin Leon Poliakov’un The Aryan Myth’i ya da George L. Mosse’nin The Crisis of German Ideology’sidir. Gelgelelim, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Beyaz entelektüeller arasındaki ağırlıklı eğilim, kapsayarak sınırlama işi görebilecek bir entelektüel soykutüğü inşa etmekti; diğerlerini aklama amacıyla birkaç düşünür ve düşünce tarzı feda edilecekti. Lukacs’ın Aklın Yıkımı bu tür bir deneme olarak okunabilir. Aşağıda, Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları’nda yine bu görevi, yani Nasyonal Sosyalizm’in “Batı” hakkında neleri açığa çıkardığını saptamaya çalışma görevini ne ölçüde üstlendiğini değerlendireceğim.
    Batı’nın [bu kavramsallaştırmanın] oluşumuna dünyanın geri kalanının katkısını mümkün mertebe az gösterme amacına entelektüel çevrelerde uzun bir süre hizmet eden bir inşa olduğunu hatırlamak gerek. Aydınlanma’dan beri Batı kendisini büyük insani değerlerin tek başına kaynağı ve habercisi olarak gördüğünden, tam merkezindeki Nasyonal Sosyalizmin varlığı onun kendisine dair imgelemini sorgulanabilir hale getirdi. Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları bu sorunu ele alır, ama eseri bu ışıkta okumadan önce belli başlı Siyah filozofların Batı eleştirisi hakkında üç beş kelam daha etmek isterim, ne de olsa sorunu en güçlü şekilde ortaya koyan onlardır.
    Aimé Césaire Batı uygarlığının adını hak edip etmediğini 1950’de sorguladığında, bu uygarlığı barbarlığa düşürmekte sömürgeciliğin oynadığı rolü özellikle vurgulamıştı. Ona göre sömürgecilik sömürgecileri uygarlıktan uzaklaştırmış ve ırksal onurun teşviki Avrupa’yı vahşete sürüklemişti. Césaire şunu öne sürüyordu:
    Kimse masumca sömürgeleştirmez, kimse cezayla karşılaşmadan sömürgeleştirmez; sömürgeci bir ulus, sömürgeciliği –ve dolayısıyla kuvvet kullanımını– haklı gören bir uygarlık zaten hasta bir uygarlıktır; normalde hastalıklı olan bu uygarlık, kaçınılmaz bir biçimde, bir sonuçtan diğerine, bir inkârdan diğerine doğru ilerlerken, Hitler’ini çağırır, yani cezasını.
    Césaire’e göre Beyazlar açısından kabul edilemez olan, Avrupa sömürgeci yöntemlerini Hitler’in Beyazlara uygulamasıydı. Sömürgeleştirilenlerin acılarına Avrupa’nın ahlaki kayıtsızlığı dönüp onlara musallat olmuştu. Yirminci yüzyılın hümanist, Hıristiyan, burjuva Avrupalısının içinde bir Hitler barındırdığını göstermek için Césaire bir klinik araştırma öneriyordu. Frantz Fanon 1952’de yayımlanan Siyah Deri, Beyaz Maskeler’de bu perspektifi geliştirerek şunu ortaya atıyordu: Beyazlar birkaç seçmece bireyin ırkçılığına odaklanmak suretiyle Avrupa’nın ırkçı bir yapısı olduğunu görmezden gelmenin bir yolunu bulmuşlardı. Nazizm “Avrupa’nın tam bağrında bir sömürge sistemini” açığa çıkarmıştı. Avrupa uygarlığının en nitelikli sayılan kimi temsilcilerinin sömürge ırkçılığından sorumlu olduğunu iddia eden Fanon’un bu argümanı mahut anayurttaki üst düzey idarecilere yöneltilmişti, ama aynı argüman Kant gibi en ünlü düşünürlere karşı da kullanılabilir ki zaten Kant’a daha sonra odaklanacağım. Kant’a vurgu yapmamın nedeni Totalitarizmin tarihöncesine dair açıklamalarda tayin edici bir figür olması gerektiğine inanmam değil, yaygın olarak Batı felsefe geleneğinin onurunun kişileşmesi olarak kabul edilmesi ve göstereceğim üzere Kaynaklar’da tam da meselenin bu olmasıdır. Gelgelelim, bu eleştiriyi yapan ilk düşünürler Césaire ve Fanon değildi. W.E.B. Du Bois daha 1947’de şöyle diyordu:
    Tek bir Nazi vahşeti yoktur ki –toplama kampları, toplu sakatlama ve cinayet, kadınların kirletilmesi ya da çocukluğun korkunç biçimlerde mahvedilmesi– dünyayı yönetmek için doğmuş Üstün Irk adına ve onu savunmak için dünyanın dört bir yanında siyahi halklara karşı Hıristiyan Avrupa uygarlığının uzun zamandır uygulanıyor olmasın.
    Aynı yıl C.L.R. James de Batı’nın cevap vermesi gereken bir şey, tarihsel ilerlemenin baş temsilcisi olma imgesini bozan bir şey olduğunda ısrar ediyordu. Nazi Almanyası ve Stalinist Rusya’ya göndermeyle şöyle yazmıştı: “Bu korkunç toplumların ulusal bir özelliğin (Alman karakteri) ya da yönetim sisteminin (‘komünizm’) ürünü değil, uygarlığımızın ayrılmaz parçası olduğunu görmemeyi ancak yüzeysel bir ampirizm başarabilir.”

     

    Devamı Cogito bu sayıda

W. E. B. Du Bois - Siyahların Ruhları
Tommie Shelby: İdeoloji, Irkçılık ve Eleştirel Sosyal Teori
  • Efendinin Araçları Efendinin Evini Asla Yıkamaz - Audre Lorde
    Bir yıl önce New York Üniversitesi’nin İnsani Bilimler Enstitüsünde gerçekleşen konferansa katılmayı kabul ettiğimde Amerikalı kadınların hayatlarında farklılıkların –ırk, cinsiyet, sınıf ve yaş– rolüyle ilgili bildirileri yorumlayacağımı düşünüyordum. Bu farklılıklara dair mülahazaların yokluğu, kişisel veya politik olana dair herhangi bir feminist tartışmayı zayıflatır.
    Çok çeşitli farklılıklarımızı incelemeksizin, özellikle yoksul kadınlara, Siyah kadınlara ve Üçüncü Dünya Ülkesi kadınlarına ve lezbiyen kadınlara dair önemli verileri dikkate almaksızın feminist teoriye dair herhangi bir tartışma yürütülebileceğini farz etmek akademiye özgü bir kibir. Ama işte, bu konferansın Siyah feminist ve lezbiyenlerin katkılarının sunulduğu tek panelinde yorumlarımı aktarmak için davet edilmiş bir Siyah lezbiyen feminist olarak karşınızdayım. Bu durumun, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin ve homofobinin birbirinden ayrılmaz olduğu bir ülkede bu konferansın vizyonuna dair açık ettikleri çok üzücü. Bu konferansın programını okuyunca, lezbiyen ve Siyah kadınların varoluşçuluğa, erotik olana, kadınların kültürüne ve sessizliğe, feminist teoriyi geliştirmeye veya heteroseksizme ve iktidara dair söyleyecek hiçbir şeyleri olmadığını sanırsınız. Peki, burada sunum yapan iki Siyah kadının dahi kelimenin tam anlamıyla son dakikada bulunmuş olması kişisel ve politik açıdan ne anlama gelir? Irkçı ataerkinin araçları, aynı ataerkinin meyvelerini analiz etmek için kullanıldığında, bu ne anlama gelir? Değişimin yalnızca çok dar, kısıtlı bir çeperde mümkün olduğu ve yalnızca bu dar, kısıtlı çepere izin verildiği anlamına gelir.
    Lezbiyen bilincine veya Üçüncü Dünya Ülkesi kadınlarının bilincine dair mülahazaların yokluğu, bu konferansta ve burada sunulan bildirilerde büyük bir boşluk yaratıyor. Örneğin, kadınlar arasındaki maddi ilişkileri konu alan bir bildiriyi dinlerken, benim Siyah bir lezbiyen olarak bilgimi tamamen yok sayan, “ya öyle / ya böyleci” (either/or) bir bakım ve besleme (nurturing) modelinin bilincindeydim. Bu bildiride kadınlar arasındaki karşılıklılığa dair bir inceleme yoktu, müşterek destek sistemleri veya lezbiyenler ve kendini kadın olarak tanımlayanlar arasında olduğu gibi bir birbirine bağlılık da yoktu. Oysa, o bildiride ifade edildiği üzere “kendilerini özgürleştirmeye çalışan kadınlar” sadece ataerkil bir bakım ve besleme modelinde “sonuçlara kıyasla çok büyük bir bedel ödemek zorunda kalır”.
    Kadınlar için birbirlerine bakım verme ihtiyacı ve arzusu patolojik değil, kurtarıcıdır ve gerçek gücümüzü tam da bunun bilgisi dahilinde keşfederiz. Ataerkil dünyanın bu kadar korktuğu şey de bu gerçek bağdır işte. Kadınlara verilen tek toplumsal gücün annelik olduğu tek yapıdır ataerkil yapı.
    Kadınların birbirine bağlılığı, Ben’in, kullanılmak üzere değil, yaratıcı bir şekilde varolmasına izin veren özgürlüğe götüren yoldur. Edilgen varlık ile etkin varoluş arasında bir fark vardır.
    Kadınlar arasındaki farklılığın salt hoş görülmesini savunmak en iğrenç reformizmdir. Farklılığın hayatımızdaki yaratıcı işlevinin bütünüyle inkârıdır. Farklılık salt hoş görülmemeli, yaratıcılığımızın bir diyalektik gibi kıvılcımlanması için zorunlu olan kutupluluğun kaynağı olarak görülmelidir. Birbirine bağlılığın bir mecburiyet olması, ancak böylelikle tehditkâr olmayan bir hâle gelir. Dünyada yeni oluş yollarını arayacak güç ile herhangi bir ayrıcalığın olmadığı durumlarda eyleme cesareti ve süreklilik ancak teslim edilen ve birbirine eşit olan farklı kuvvetlerin birbirine bağlılığı içinde üretilebilir.
    Bilginin kaosuna inmemize ve bu kaostan geleceğimizin gerçek yüzleriyle –bu geleceği var edebilecek değişimleri gerçekleştirecek güç eşliğinde– dönmemize olanak sağlayan güvence karşılıklı (baskın olmayan) farklılıkların birbirine bağlılığı içinde bulunur. Farklılık, kişisel gücümüzün demir misali dövülerek biçimlendirildiği bu ham ve güçlü bağdır.
    Kadınlar olarak, ya farklılıklarımızı görmezden gelmemiz ya da bu farklılıkları değişime etki edecek kuvvetler olarak değil, bölücülük ve şüphe sebepleri olarak görmemiz gerektiği öğretildi bize. Müştereklik (community) olmadan özgürleşme olmaz, bireyle maruz kaldığı zulüm arasında olabilecek en kırılgan ve geçici ateşkes ilan edilmiş olur sadece. Öte yandan müştereklik, farklılıklarımızdan sıyrılmak anlamına gelmediği gibi bu farklılıklar yokmuş gibi davranılan patolojik bir aldatmaca anlamına da gelmemelidir.
    Bu toplumun kabul edilebilir kadın tanımı çerçevesinin dışında duranlarımız; fark potasında eritilenlerimiz –yoksul olanlarımız, lezbiyen olanlarımız, Siyah olanlarımız, daha yaşlı olanlarımız– bilir ki hayatta kalmak akademik bir yetenek değildir. Hayatta kalmak, rağbet görmeyerek ve bazen de hakarete uğrayarak nasıl tek başına ayakta duracağını ve bu yapının dışındakiler olarak tanımlanmış başkalarıyla birlikte hepimizin serpilebileceği yeni bir dünya tanımlamaya ve onu aramaya adanmış bir ortak davanın nasıl güdülebileceğini öğrenmektir. Farklılıklarımızı alıp nasıl güce dönüştürebileceğimizi öğrenmektir. Çünkü efendinin araçları efendinin evini asla yıkamaz. Bu araçlar geçici olarak efendiyi onun oyununda yenmemizi sağlayabilir ama hiçbir zaman hakiki bir değişim getirmemize olanak sağlamazlar. Ve bu olgu, hâlâ efendinin evini tek destek kaynağı olarak tanımlayan kadınlar için tehditkâr bir hal alır yalnızca.
    Yoksul kadınlar ve beyaz olmayan kadınlar evlilik içi köleliğin gündelik tezahürleriyle fuhuş arasında bir fark olduğunu biliyor çünkü 42. Cadde boyunca dizilenler bizim kızlarımız. Eğer beyaz Amerikan feminist teori aramızdaki farklılıklarla ve bunun sonucunda, maruz kaldığımız zulüm arasındaki farklılıklarla uğraşmak istemiyorsa, siz feminist teori konferanslarına katılırken evinize temizliğe gelen ve çocuklarınıza bakan kadınların çoğunlukla yoksul ve beyaz olmayan kadınlar olduğu gerçeğiyle nasıl başa çıkmayı düşünüyorsunuz? Irkçı feminizmin arkasında yatan teori nedir?
    Hepimize olanaklar sunan bir dünyada, kişisel görüşlerimiz politik eylemin temellerini atmaya yardımcı olur. Akademik feministlerin, farklılığı can alıcı bir güç olarak tanıma konusundaki başarısızlıkları, ilk ataerkil dersin ötesine geçme konusundaki başarısızlıktır. Bizim dünyamızda, “böl ve fethet” taktiği, “tanı ve güçlendir” stratejisine dönüşmek zorundadır.

    Devamı Cogito bu sayıda
Ayşegül Kayagil - Yok Ama Var: Türkiye’de Irk, Irkçılık, Köleciliğin Hayaletleri
Fatih Altuğ - Modern Türk Edebiyatının Kuruluş Döneminde Hadımlık, Irk ve Cinsiyet

Söyleşi
Charles W. Mills - Woojin Lim - “Irksal Sözleşme”

  • Türklük Sözleşmesi Üzerine - Barış Ünlü – İmge Oranlı – Şeyda Öztürk
    İmge Oranlı: Türkiyeli bir sosyolog olarak ırkçılığın bir konu olarak Türkiye akademisinde pek yer bulamayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Aslında özellikle son on yılda bu durum biraz değişti sanki. Irkçılığın sadece biyolojik olmadığına, kültürel de olabildiğine ama bu ayrımın da ötesinde esas olarak yapısal/kurumsal bir fenomen olduğuna dair gelişen bilinçle birlikte Türkiye’de de –hem akademide hem de sivil toplum kuruluşları bünyesinde– ırkçılık üzerine çok sayıda çalışma yapıldı. Fakat bunların büyük kısmını belli bir etnik/dinsel gruba yönelmiş ırkçılık hakkında yapılan saha araştırmaları oluşturuyor. Bu araştırmalar sayesinde ırkçılığın yaygınlığını, aldığı spesifik biçimleri vs. öğrenip anlayabiliyoruz. Belki eksiklik teorik ve mukayeseli çalışmalar alanında olabilir. Teori ve mukayese, bir meseleyi tarihselleştirme ve küreselleştirme (analiz birimi olarak ulus-devletin ötesine geçebilme anlamında) becerilerini, aynı zamanda bir meselenin (örneğin ırkçılığın) kendi içindeki farklılıkları tasnif etme becerisini geliştirebiliyor.
    Fakat sorunuzun içerdiği tespitte elbette bir haklılık payı var. Sonuçta Türkiye tarihi uzun bir inkârlar tarihi. Ermeni Soykırımı’ndan başlayarak ama onunla sınırlı kalmayacak bir şekilde bu topraklarda olup biten bir sürü kötülük hep inkâr edilmiş, yok sayılmış. Hep haksızlığa uğramış, mağdur olmuş, mazlum olan, kimseye kötü davranmamış, ama hep kötü davranılmış bir millet anlatısı güçlü bir şekilde kök salmış. Bu anlatı özellikle son beş-altı yılda boğucu, grotesk bir bayağılıkla tekrar canlandırıldı. Bu son biçime göre milletin içinde bazı kötü insanlar var ama onlar da zaten bu millete yabancı olan, yerli ve milli olmayan elitler, teröristler, oryantalistler, dolayısıyla dışarıdaki kötülüğün içeriye sızmış uzantıları… Demek istediğim, mağduriyet duygusu ile ırkçılık bilinci arasında bir çelişki var çünkü mağdur olduğunuz anda başka bir şey olmanız, daha doğrusu başka bir şey olduğunuzu (ırkçı, mezhepçi, sömürgeci, hırsız, gaddar vb.) kabul etmeniz çok zor. Kötü bir şey de olabildiğinizi kabul etmediğiniz gibi, kötü şeyler yapmayı da kendinize hak görüyorsunuz.
    İşte bu noktada direnişin önemi karşımıza çıkıyor. Hangi ülke olursa olsun, o ülkenin kusursuz ve lekesiz tarihine inanmayan, inanması mümkün olmayan, ayrıca inanmasında çıkarı da olmayan gruplar yeterince güçlü bir biçimde muhalefet etmeye, direnmeye başladıklarında o ülkede ırkçılık üzerine bir bilinç de gelişmeye başlıyor. Örneğin ABD’de Siyah hareketleri 1950’lerden başlayarak bunu becerebildi. Türkiye’de de Kürt hareketinin muhalefeti ve direnişi sayesinde –yavaş da olsa– Türk devleti, milleti ve özneleri üzerine daha eleştirel ve dolayısıyla daha gerçekçi bir bilinç ortaya çıkmaya başladı. Benzer bir etkiyi daha küçük bir ölçekte Hrant Dink ve Agos da yaptı.
    Tabii bu türden direnişler belli kesimlerde ırkçılığı artırabilir (backlash) ve mağduriyet duygusunu/söylemini (Beyaz olmaktan utanmayacağım, Türk olmak suç haline geldi, asıl bize karşı ırkçılık yapılıyor vb.) güçlendirebilir ama eş zamanlı olarak diğer bazı kesimlerde de ırkçılık üzerine bilinci geliştirebilir. Böylece aslında egemen ırksal/dinsel/etnik grup kendi içinde bölünmeye başlıyor. Bunu bugün ABD Beyazları arasında çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca ırkçılık bilinci geliştikçe bu sadece Siyahlara veya Kürtlere yönelik bir duyarlılık olmakla sınırlı kalmıyor, başka gruplara da yöneliyor. Bir de tabii direniş dendiği zaman sadece kendi yaşadığımız ülkedeki direnişi düşünmemek lazım. Örneğin ABD’deki Siyah hareketleriyle birlikte oluşmaya başlayan ırkçılık bilinci akademiye ve sosyal bilimlere nüfuz etti ve ırkçılık üzerine geliştirilen perspektifler özellikle küreselleşmeyle birlikte ABD’den dünyanın geri kalanına yayıldı. ABD’deki Siyah hareketlerinin doğuşunda ise Üçüncü Dünya’da ortaya çıkmış anti-kolonyal teorinin önemli bir yeri var. Dolayısıyla teorinin ve düşüncenin ülkeler arasındaki yolculuğunu da hesaba katmamız gerekir. Örneğin, Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine iki binden fazla akademisyenin imza atabilmiş olması sadece Türkiye’nin düşünce ve siyasal tarihine odaklanarak anlaşılamaz bence.
    Şeyda Öztürk: Türklük Sözleşmesi çalışmanıza yaklaşımları değerlendirdiğinizde (bu yaklaşımların sözleşmenin krizini veya sözleşmenin feshedilmesi potansiyelini açık etme ihtimallerini de gözeterek) 2018’de yayımlanan çalışmanızın alımlanışına, kitaba getirilen olumlu/olumsuz eleştirilere ve okumalara dair yorumlarınızı merak ediyorum. Kısaca, Türklük Sözleşmesi kitabı Türklük Sözleşmesi’nin ilgasında nasıl bir rol oynadı/oynayacak?
    Kitabım, bir akademisyen tarafından yazılmış bir sosyal bilim kitabı için çok sattı ve çok okundu diyebilirim. Hakkında epey yazı da yayımlandı. Kitabı en çok sevenler ve sahiplenenler doğal olarak sözleşme dışı dediğim gruplar arasından, özellikle Kürtler ve Ermeniler arasından çıkıyor. Sonuçta bir teorinin sahiplenilmesi ve kullanışlı bulunması ihtiyaçla da ilgili. Türk üstünlüğüne dair teorik ve tarihsel bir analize en çok ihtiyaç duyanlar bu üstünlüğün parçası olmayanlar ve bu üstünlüğe muhalefet edenler. Ama önceki soruya cevaben söylediğim gibi, ırksal/etnik hiyerarşilere dair geliştirilen eleştirel perspektifler, özellikle bu hiyerarşilere karşı direnen toplumsal ve siyasal hareketlere paralel olarak ortaya çıkarlarsa, egemen grup arasından insanları da etkileyebiliyor, onları da düşündürebiliyor. Kitabımla ilgili kişisel olarak tanıdığım ve tanımadığım çok sayıda Türk’ten bu türden yorumlar duydum.

     

    Devamı Cogito bu sayıda
Lewis R. Gordon - Irk ve Irkçılık Çalışmalarının Son Yirmi Yılı Üzerine Düşünceler
Hatice Çoban Keneş - Eskimeyen “Yeni” Irkçılık - Irkçılığın Bitmeyen Kurgusal Dayanakları
Frantz Fanon - “Ey bedenim, beni sorgulayan bir insan kıl daima!”
Güllistan Yarkın - Irksallaştırılmış Toplumsal Rejim, Sömürgesellik ve Kürtler
Nazan Maksudyan - Türkiye’de Irkçılığın “Bilimsel” Temelleri, Türklüğü Ölçmek ve Cumhuriyet Tarihçiliğinin Türkiye Tarihindeki Irkçılığı İnkâr Saplantısı
Ayşe Günaysu - Türkiye’de Irkçılığın Binbir Yüzü

Geçen Sayıdakiler
Eleştiri Zamanı
Yazarlar Hakkında

Abone olmak için idealdergi@idealkultur.com adresine mail atabilir ya da 05559811838 - 02125288541 numaralı telefonları arayabilirsiniz.
* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.